Son günlerde Papadopulos yönetiminin çabaları ve bazı AB yetkililerinin demeçleri, bu konuda zihinlerde kuşkular yaratıyor.Laheydeki Troyka toplantısında esen hava - ve dönem başkanı Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Botun basın toplantısındaki sözleri - bu kuşkuları derinleştirecek nitelikte. Yani AB içinde, en azından Türkiyenin Kıbrıs Rum devletini 17 Aralıka kadar tanıması lehinde bir eğilim var. Tüm üyeler bunda ısrarlı değillerse de, açıkçası birçoğu - ima yoluyla da olsa - Ankaranın bu yönde bir "jest" yapmasının "yararlı" olacağını söylüyor.Ama bu konuda Türkiyenin kararlı tutumu belli. AB zirvesinden önce Kıbrıs Rum devletinin tanınması söz konusu değil. Öyleyse ne olacak? Papadopulos yönetimi "veto" hakkını kullanıp müzakerelerin başlamasına engel mi olacak? AB liderleri 17 Aralıkta Kıbrıs Rumlarının Birliği ipotek altına almasına izin verecek mi?* * *ASLINDA Papadopulos bir kumar oynuyor. Ancak bu oyunu zirvede vetosunu kullanma noktasına kadar götüreceği çok şüpheli...Gerçi Rum kesimindeki son bir anket, kamuoyunun yüzde 62sinin vetodan yana olduğunu gösteriyor; ama aklı başında Rum politikacıları ve gazetecileri hükümete böyle bir serüvene girişmemesini tavsiye
Şarm el Şeyhte düzenlenen Irak Konferansı, bu bakımdan çok başarılı sayılıyor.Sonuçtan mutluluk duyan ülkelerin başında Türkiye de var...Bildiride yer alan ifadeler, Türkiyenin istediği gibi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gülün konferansta yaptığı konuşmaya tepkiler, ayrıca ikili temaslarının sonuçları, oldukça olumlu.Örneğin bildiride Ankaranın, Irakın siyasal geleceğine ilişkin görüşlerini yansıtan ifadeler var: Toprak bütünlüğünün korunması, birleşik (federal ve demokratik) bir devlet yapısının oluşturulması gibi...Bir başka önemli nokta, seçimlerin zamanında (30 Ocakta) ve ülke genelinde tam katılımla yapılmasıyla ilgili. Her ne kadar Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkeler mevcut koşullar nedeniyle bir ertelemeden yana görünüyorlarsa da, Türkiye tarih ve geniş katılım konusunda ısrarlı. Bildirideki ifade de bu yönde...***BİLDİRİYE yansıyan diğer bir husus da, Iraktaki terörist faaliyetleriyle ilgili. Türkiye açısından bu paragrafın önemi, Irak hükümetini PKKya karşı mücadeleye zorlamasıdır. Zaten Irak hükümeti de, bu konferans sırasında Türkiyeyle bir sınır güvenlik anlaşması yapmaya hazır olduğunu bildirdi.Dışişleri Bakanı Gülün konuşmasında "tüm ilgililere" yönelik önemli
Alman sosyal demokrat milletvekili Dieter Wiefelspützün deyişiyle, "Hollanda şimdi bütün Avrupada" kendisini hissettiriyor. Tabii özellikle Almanyada...Gerçekten Almanlar Hollandadaki "Van Gogh olayı"nın yarattığı krizin kendi ülkelerine de sıçrayabileceği kaygısı içindeler. Son günlerde bazı camilere karşı girişilen saldırılar, bazı imamların yaptığı kışkırtıcı konuşmalar, sağcı politikacıların ve basının düşmanca beyan ve yayınları, Alman halkıyla özellikle Müslüman topluluklar arasında, yeni bir sürtüşme havasının işareti sayılıyor.* * *HOLLANDA hükümeti ve sivil toplum kuruluşları, ülkede azınlıkların özgür ve eşit şekilde - ve de huzur içinde - yaşayabileceklerini, "çok - kültürlülük" kavramının hala geçerli olduğunu kanıtlamak için, gerçekten samimi çabalar harcıyor. Hollandaya gelip yerleşenlerin ikinci veya üçüncü kuşak mensupları da, bu düzenin bozulmaması için Hollanda makamlarıyla sıkı işbirliği içindeler.Almanyada da bu vesileyle "çok - kültürlülük" ve "entegrasyon" kavramları çok tartışılıyor. Bu kavramı gerek Almanlar, gerekse bu ülkeye göç edenler (Türkler dahil) arasında savunan çok kişi var tabii. Şansölye Gerhard Schrödere göre Almanyada "kültürel sürtüşmeler"in
Nitekim bu konferansa Türkiye dahil, Irakın yakın komşuları, Rusyasından Japonyasına kadar G - 8ler, ayrıca Çin, BM, AB, İKÖ ve Arap Birliği temsilcileri (toplam 20 ülke ve kuruluş) katılıyor. ABDnin şimdiye kadar Irak politikasını, "başkaları"na kulak asmadan bildiği gibi yürütmeyi yeğlediği hatırlanırsa, bu kez öylesine geniş bir platformda yer almaya razı olmasının önemi daha iyi anlaşılır.Ancak bu, ABDnin Irak politikasını ne kadar etkileyecek? Bush yönetimi Şarm el Şeyhten gelecek sese ne kadar kulak verecek?Her ne kadar Başkan Bush izlediği stratejiden şaşmak niyetinde olmadığını söylüyorsa da, bu konferans en azından uluslararası camianın genel eğilimini sergilemesi ve Washington üzerinde belirli bir baskı yapması açısından yararlı bir egzersiz olacaktır.* * *Konferansın sonunda yayımlanacak bildirinin ana hatları şimdiden belli. Bildiri daha çok Iraktaki siyasal geçiş süreci üzerinde duruyor ve bunun başarılı olması için atılması öngörülen adımlara destek veriyor. Seçimler 30 Ocakta yapılacak, yeni hükümet kurulacak, seçilecek meclis anayasaya son şeklini verecek... Bildiri, seçimlerin demokratik olması için katılımın geniş olması (yani çeşitli muhalif grupların da buna
Hemen ekleyelim ki, Türkiye ile müzakerelerin başlatılmasını hiç istemeyen, veya ona üyelik yerine özel bir ortaklık statüsü verilmesinden yana olan ya da temelden "Türkiyenin aramızda yeri olamaz" diyen bazı çevreler var. Fransadan Macaristana, Almanyadan Avusturyaya kadar, bazı ülkelerde kamuoyunun bir kesimi böyle bir eğilim içinde.Ama en azından üye ülkelerin çoğunda iktidarda bulunanlar ve de siyasi kuruluşların önemli bir kısmı, Türkiye ile müzakere sürecinin artık başlatılması gerektiğine inanıyor. Nitekim son zamanlarda, çeşitli başkentlerden gelen mesajlar da bu yönde. Örneğin, eskiden Türkiyeye karşı tavır alan Lüksemburgun Ankaraya kendi başkanlığı, yani 2005in ilk altı aylık dönemi içinde bir tarih verilmesini istemesi, anlamlı bir gelişmedir.* * *MÜZAKERELER 2005in ilk mi, yoksa ikinci yarısında mı başlayacağı (veya 2006nın başlarına mı sarkacağı), doğrusu henüz kesin yanıtı verilemeyen bir soru. Bunda Fransanın alacağı tavır çok önemli. Cumhurbaşkanı Chiracın tutumunu netleştirmesi için iç politikadaki (Anayasa referandumu gibi) konuların açıklık kazanmasını beklemek gerekiyor.Yani AB zirvesinden müzakere lehinde bir karar çıkacağı varsayımından hareket edersek,
Buna neden olan son gelişmelerden biri, ABDnin Irakta, özellikle Sünni üçgeninde odaklaşan yeni saldırılar, diğeri de Dışişleri Bakanlığından istifa eden Colin Powellın yerine Condoleezza Ricein atanmasıyla ilgili.Bunun yanı sıra, Powellın giderayak yaptığı bir konuşmada Bush yönetiminin yeni dönemde daha da "agresif" davranacağını söylemesi, dış politikada değişiklik - ve esneklik - umutlarını sarsıyor.Bushun Dışişleri Bakanlığına Condoleezza Riceı getirmesi, bütün gözlemciler tarafından, "Kabinesini şahinleştirdiği" şeklinde değerlendiriliyor. Busha yakınlığıyla tanınan Condynin, "sahibinin sesi" olması bekleniyor...Powell, hiç olmazsa zaman zaman uygulamada, dost ülkelerle diyalogda daha "diplomatik" ve esnek davranıyor, bazen Bushun ekibindeki "şahinler"e karşı çıkabiliyordu. Şimdi Dışişlerinin yeni "patroniçesi"nin Bushun belirlediği stratejiler üzerinde daha "uyumlu" davranacağı tahmin ediliyor. Bu da, yeni dönemde Bush yönetiminin tek yanlı ve "agresif" politikalarını sürdüreceği anlamına geliyor...* * *FELLUCE dramı, bu politikanın nasıl gelişebileceği hakkında bir fikir veriyor.TV ekranlarına ve gazetelere yansıyan korkunç görüntülerin (hele camideki yaralı direnişçinin
Ertesi gün Kraliçe Beatrix de Amsterdamda Faslı gençlerin devam ettiği bir eğitim merkezine gitti ve herkesin soğukkanlı olmasını istedi...Bu arada Muhaceret Bakanı Rita Verdonk da, Hollandadaki Müslümanların bir cemaat olarak suçlanmaması ve dışlanmaması gerektiğini belirtti...Hollanda liderlerinin bu jestleri ve beyanları, ülkede sayısı 900 bini bulan farklı kökenli Müslümanları - en azından devlet politikası açısından - rahatlatacak niteliktedir. Ancak, son olayların Türkler dahil, çeşitli Müslüman toplulukları arasında - bazı Hollandalıların davranışları açısından - kaygı ve huzursuzluk yarattığı da bir gerçek...***ASLINDA Hollanda, Avrupada en demokrat ve toleranslı ülkelerin başında yer alır. Hollandalılar, eskiden beri farklı etnik ve dinsel topluluklara (veya azınlıklara) karşı anlayışlı, hoşgörülü ve adil davranmak geleneğine sahiptirler.Bu bakımdan iki hafta önce ünlü film yönetmeni Theo Van Goghun bir militan tarafından öldürülmesinin yol açtığı olaylar herkesi şaşırttı. Pek çok Hollandalı, böyle sürtüşmelerin nasıl olup da kendi topraklarında meydana geldiğine bir türlü akıl erdiremiyor. Medya ve sivil toplum kuruluşları, bu tür olayların nedeninin ve tekrarlanmasının
İran yönetimi bir süreden beri, kendi deyişi ile, sırf enerji kaynağı sağlamak amacı ile (yani "barışçıl niyetlerle") nükleer programını geliştirmeye çalışıyordu. Batı, özellikle ABD ve İsrail, buna büyük kuşku ile bakıyor ve zengin petrol ve gaz kaynaklarına sahip olan İranın asıl hedefinin nükleer silah üretmek olduğunu iddia ediyordu.Son haftalarda bu tartışma, ABDnin veya İsrailin İrana karşı bir müdahale olasılığını gündeme getirmişti. Gerek Başkan Bush, gerekse İsrail Başbakanı Şaron, çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarda, İranın atom bombasına sahip olmaya yönelik çalışmalarını durdurmadığı takdirde, "bunun sonuçlarına katlanması gerektiği" yönünde uyarılarda bulunuyordu.Zaten epey karışık olan Ortadoğuda, bu kez İran üzerinde odaklanacak öylesine tehlikeli bir kriz ihtimali gerçekten korkutucuydu...* * *Eğer İran önceki gün - son dakikada - atom bombasının üretimi sürecinde önemli bir aşama olan uranyumu zenginleştirme programını askıya almaya razı olmasaydı, bugünlerde meselenin ABD tarafından Birleşmiş Milletlere getirilmesi ile büyük gerginlik yaşanacaktı. ABDnin niyeti, İranı bu programdan vazgeçirmek için siyasal ve ekonomik ambargo ile yoğun baskı altında