Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Türkiye’de haftalardan beri AB ile ilgili tüm tartışmalar, siyasal konular üzerinde odaklandı.
Kuşkusuz temel siyasal kriterler, AB ile müzakere sürecinin başlaması için "olmazsa olmaz" sayılan, mutlaka yerine getirilmesi gereken şartlardır. Ne yazık ki Türkiye Ulusal Programı kabul ettiği günden beri hep bunu konuşuyor ve AB yolundaki bu engeli bir türlü aşamıyor. Umarız bugün Çankaya’daki zirvede bir çıkış yolu bulunur...
AB’nin Türkiye için - belki diğer birçok üye ve aday ülkelerden çok - siyasal bir anlamı var. Bu, Türkiye’nin çağdaşlaşması, uygar ülkeler safında yer alması vizyonu ile doğrudan bağlantılıdır.
Ancak, bu ideal sadece - demokrasi, özgürlük gibi - siyasal reformları değil, aynı zamanda - ve özellikle - ekonomik atılımları da içeriyor. Diğer bir deyişle AB’nin esas cazibesi, hızlı kalkınma, yüksek refah gibi ekonomik alandaki olanaklarıdır.
***
TÜRKİYE, AB ile siyasal uyum sağlama konusundaki hararetli tartışmaları arasında, işin ekonomik yanını nerede ise unutmuş veya bunu geri plana itmiş bulunuyor.
Oysa AB’nin Türkiye için ifade ettiği "çağdaşlaşma" vizyonunda, ekonomik kalkınma ve refah perspektifinin daha geniş bir yeri olması gerekir. "AB üyeliği Türkiye için iyi mi olur, kötü mü olur" veya "bu yıl da treni kaçırırsak ne kaybederiz" gibi sorular tartışılırken, olaya bir de ekonomik açıdan bakmak lazım.
***
DÜN TÜSİAD’ın köşe yazarları için düzenlediği bir toplantı, bu konuyu ön plana çekmekle gerçekten önemli bir katkıda bulundu. Toplantıda uzmanlar tarafından yapılan sunuşlar, Türkiye’de ihmal edilen "ekonomik boyut"un AB üyeliği konusunda sağlıklı bir "siyasi karar"ın alınmasında ne kadar hayati bir önem taşıdığını ortaya koydu.
Prof. Asaf Savaş Akat’ın sunduğu rapor, AB üyeliğinin gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi halinde Türkiye’nin karşılaşacağı tabloyu gözlerin önüne serdi.
Hızlı büyüme için en önemli kaynak olan yabancı sermaye akışında, AB’nin rolü son derece önemli. Bunu son dönemde üye olan İspanya ve Yunanistan ve halen üyeliğe yaklaşan adaylardan Polonya’nın performansında görmek mümkün. Polonya 2000’de 8 milyar, İspanya 18 milyar dolar yabancı sermaye cezbetti! Bu Polonya’nın gayri safi milli hasılasının (GSMH) yüzde 3’ünü oluşturuyor.
Prof. Akat’a göre, Türkiye 10 yıl içinde, GSMH’nin yüzde 2’si oranında yabancı sermaye yatırımı sağlayabilirse (ki bu AB üyeliği sayesinde kendi deyişi ile "uçuk" değil, "muhafazakar" bir rakamdır) halen 2838 dolardan ibaret olan fert başına milli gelir, 10 yıl sonra 8958 (yaklaşık 9 bin) doları bulacaktır.
Bu, "iyi senaryo"yu oluşturuyor. "Kötü senaryo" ise, Türkiye’nin AB’ye girememesi halinde, yabancı sermayenin Türkiye’ye arzulanan ölçüde gelmemesi, büyüme hızının yavaşlaması, kişi başına düşen milli gelirin durağan kalması gibi sonuçlardır...
***
AB ile müzakere sürecinin başlaması kendi başına yabancı sermayenin Türkiye’ye yönelmesini sağlar mı? Prof. Akat’a göre bu yılın sonunda takvimin belirlenmesi bu bakımdan da çok önemli. Çünkü yabancı sermaye, bunu bir işaret, hatta bir "garanti senedi" olarak görecektir. Bu Polonya gibi aday ülkeler için de öyle oldu.
Geçen gün Prag dönüşü yazdığımız gibi, üyeliğe yaklaşan aday ülkelerde artık "siyasal kriterler" değil, "ekonomik avantajlar" konuşuluyor. Keşke biz de bir an önce bu aşamaya gelebilsek...