Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Libya’da iktidarda Muammer Kaddafi değil de örneğin Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salah veya Bahreyn Kralı El Halifa gibi bir lider olsaydı, “sivillere karşı girişilen saldırıları durdurmak” gerekçesiyle dış güçlerden bir Koalisyon kurulur ve ortak bir askeri harekâta girişilir miydi?
Şüphesiz ki hayır. Eğer uluslararası camiayı (pratikte Batılıları) böyle bir “misyon” üstlenmeye sevk eden neden, sadece yıllardan beri süren bir dikta rejiminin kendi halkına karşı uyguladığı şiddete son vermek olsaydı, saydığımız bu iki ülkeye karşı çoktan bir müdahalede bulunması gerekirdi.
Yemen’de Salah yönetimi iki aydan beri devam eden halk hareketini, kanlı bir şekilde bastırmaya çalışıyor. Geçen cuma günkü olaylarda 50’den fazla kişi öldü, yüzlerce insan yaralandı... Bahreyn’de ordu haftalardan beri devam eden gösterileri, Suudi Arabistan’dan ve Arap Emirlikleri’nden getirilen 1500 kişilik bir kuvvetin de desteğiyle şiddetle dağıtıyor.
Bu iki olay karşısında uluslararası camiadan hiç ses çıkmıyor. En yakın ülkeler sadece “nasihat” vermekle yetiniyor. Ama ne Kral Halifa’nın ve de Abdullah Salah’ın bu tavsiyelere uymaya niyeti var. Onlar pek “dış müdahale”den korkmuyorlar. Çünkü ikisi de ABD’nin ve Batı’nın yakın dostu...

İlke mi çıkar mı?
Bu, Libya’daki olayların sergilediği çelişkilerin sadece bir tanesi.
Libya’ya karşı girişilen askeri müdahalede BM Güvenlik Konseyi’nin olaya verdiği meşruiyete rağmen bir ilkeli duruş ve tutarlılık aramak, fazla hayalcilik olur. Müdahaleyi gerçekleştiren devletlerin gerekçe olarak kullandıkları “insani mülahazalar”a rağmen, onları bu eyleme iten esas neden, kendi stratejik ve ekonomik çıkarlarıdır.
Libya’ya müdahale edilirken, Yemen ve Bahreyn’e kayıtsız kalmak “çifte standart” olarak tanımlanabilir. Ama uluslararası ilişkilerde bunun bir başka adı da “pragmatizm” veya “gerçekçilik” oluyor. Açıkçası bunu uygulamayan ülke yok gibi...
Bu çelişki durumu, özellikle uluslararası müdahalelerde görüyoruz. Aslında insan haklarının ihlal edildiği, despot rejimlerin halkına zulüm yaptığı veya katliam boyutlarında saldırılara giriştiği ülkelere karşı uluslararası müdahale, son yıllarda benimsenen bir konsept.
Eskiden devletlerin “egemenlik hakkı” her türlü dış müdahaleye karşı bir siper olarak kullanılırdı. Son zamanlarda “insani mülahazalar” bazı ortak müdahaleleri motive etmeye başladı.
Gerçi gerekli görüldüğü hallerde de her zaman ortak bir eylem gerçekleştirmek mümkün olmuyor. Örneğin uluslararası camia, 1990’larda Ruanda ve Sudan’da cereyan eden katliamlara seyirci kaldı. Gene aynı dönemde Bosna’da ve Kosova’daki etnik temizlik hareketlerine, neredeyse iş işten geçtikten sonra müdahale edebildi.

“Seyirci kalmayın”
Geriye bakıldığında, çok kimse bu saydığımız olaylara zamanında “müdahale” edilmemiş olmasını eleştiriyor. Bu nedenle herhangi bir ülkede özellikle sivil halka karşı şiddet ve kıyım görüntüleri karşısında hemen bir refleks olarak “buna dünya seyirci mi kalacak?” deniyor.
Nitekim Libya’da Kaddafi güçlerinin halka (veya ayaklananlara) karşı “orantısız güç” veya “aşırı şiddet” kullanması üzerine, pek çok çevreden “seyirci kalınmaması” çağrıları gelmeye başladı. Şimdi ise BM kararıyla gerçekleşen müdahaleye karşı sesler yükseliyor.
Nihayet bir başka çelişki de, müdahalenin deklare edilen amacıyla, ortaya çıkan sonuç ile ilgili. Örneğin Libya olayında amaç, halkı saldırıdan korumak, çatışmaları önleyip barışı sağlamak. Bunun için girişilen askeri harekât ise sonuçta sivillerin ölmesine, gerginliğin artmasına yol açıyor.