Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hafta başında Büyükelçiler Konferansı’ndaki konuşmasında belirlediği yeni dış politika hedeflerinin ve vizyonunun gerçekleşme şansı nedir? Bu yeni yaklaşım ne kadar gereklidir ve Türkiye’ye ne kazandıracaktır?
Önce Dışişleri Bakanı’nın ortaya koyduğu başlıca fikirleri hatırlatalım: Türkiye dünya düzeninin yeniden yapılanmasında bundan böyle ön safta yer alacak, bir “düzen kurucu” ve “akil ülke” rolünü oynayacaktır. Türk diplomasisi bölgesel ve küresel sorunların önceden teşhisinde ve bunlara alternatif çözümler getirilmesinde aktif davranacaktır. Ankara her meselede sesini duyuracak ve etkinliğini hissettirecektir.
Yapabilir mi?
Birinci soru: Türkiye bunu yapacak durumda mı?
Bakan kesinlikle “evet yapabilir” diyor. Geçen günkü yazımızda belirttiğimiz gibi, Bakan’ın bu özgüveni ve inancı, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal dönüşümden ve dünya platformunda “yükselen profili”nden kaynaklanıyor.
Temelde bu duygu ve düşünce doğrudur. Türkiye’nin, dışta bir varlık gösterdiği ve bölgesel bir aktör duruma geldiği bir gerçektir.
Bu, Davutoğlu’na Türkiye’nin bölgeselin ötesinde küresel bir aktör olma aşamasına geldiği inancını veriyor. Şimdi söz konusu olan Türkiye’nin dünyanın neresinde olursa olsun bütün meselelerde söz sahibi olması ve yeni dünya düzeninin kurucularının başında yer almasıdır.
Kuşkusuz bu kulağımıza çok hoş geliyor, gururumuzu okşuyor. Ancak çok iddialı bir hedef olarak da görünüyor. Türkiye, hariciyesi başta olmak üzere, çeşitli kurumlarıyla, buna ne kadar hazır? Mevcut kadrolar bütün küresel sorunlarla meşgul olup yeni stratejiler, alternatif çözümler üretecek ve bunları kabul ettirebilecek durumda mı? Küresel koşullar ve gerçekler, Türkiye’nin bir “düzen kurucusu” olarak ortaya çıkmasına müsait mi?
Böyle bir vizyona sahip olmak güzel bir şey. Buna şimdiden hazırlanmanın da yararı olabilir. Ama açıkçası bu konuda beklentileri yüksek tutmamak, fazla iddialı davranmamak lazım. Aksi halde düş kırıklığı da büyük olur.
Gerekli mi?
İkinci soru: Böyle bir misyon anlayışı gerekli mi?
Bu düşünce Türkiye’nin son zamanlarda “yükselen güç” olarak ortaya çıkmasının da sonucu. Türkiye’nin bu momentumu sürdürmesi sayesinde, çevrede ve dünyada etki alanını genişletmesi mümkün. Türkiye’nin daha büyümesi ve dünyanın güçlü ülkeleri arasında yer alması için böyle stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır.
Evet, Türkiye hızla gelişen ve büyüyen bir ülke; ama içte ve dışta ciddi sorunlarla karşı karşıya. Dünya çapında aktörlüğe soyunmadan önce, esas gerekli olan şey, bu sorunların çözümüdür. Yani bu aşamada öncelik, meselelerin çözümüne verilmelidir. İçte Kürt meselesi dahil, bir yığın siyasi sorun, ayrıca ekonomik ve sosyal düzendeki bozukluklar... Dışta Kıbrıs, Ermenistan, İsrail, AB vs. ile ilgili sorunlar...
Bu problemlerin varlığı kuşkusuz aktif bir dış politika izlenmesine engel olmamalı. Ama içerde ve burnumuzun dibinde bu kadar sorun varken, daha uzaktaki meselelere gereğinden fazla zaman ve enerji (ve de maddi imkânlar) harcamak ne kadar akılcı olur?
Ne kazandırır?
Üçüncü soru: Bu yeni küresel yaklaşım Türkiye’ye ne kazandırır?
Kuşkusuz prestij kazandırır. Nitekim son zamanlarda Türkiye’nin üstlendiği bölgesel roller (arabuluculuk gibi) itibarlı bir Türkiye imajı yarattı. Ancak bu rollerin bir kısmı sonuç vermemiş, bazı hallerde mevcut ilişkilerin de bozulmasına yol açmıştır.
Kısacası, Davutoğlu’nun “küresel açılım” vizyonu, Türk diplomasisinde yeni hedefler belirliyor; ancak bu yolda yürürken gerçekler de dikkate alınarak, adımları ölçülü ve dengeli atmak gerek.