Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Tunus ve Mısır’ın ardından halk hareketlerinin diğer Arap ülkelerine yayılmamaya başladığı günlerde, Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir yetkilisi İstanbul’daki bir toplantıda, Ankara’nın yeni tutumunu şöyle izah etmişti. Arap coğrafyasında her ülkenin kendine özgü, farklı özellikleri var. Bu nedenle Türk diplomasisi, her ülkede olanları, ayrı ayrı (case by case) değerlendirmek ve ona göre tavır belirlemek eğilimindedir.
Ankara’nın Tunus ve Mısır’daki olaylar karşısında, prensiplere uygun bir tavır ortaya koyması kolay oldu. Çünkü bu iki ülkede de halk hareketi, özellikle ordunun sokaklara dökülenlere karşı çıkmaması ve istifası istenen diktatörlerin fazla direnmemesi sayesinde, kısa zamanda başarıya ulaştı.
Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da halk hareketlerinin “domino etkisi” görülmeye başladığı günden itibaren Türk hükümeti bölgenin artık bir değişim aşamasına girdiğini, halkların uyandığını ve dolayısıyla yıllardan beri iktidarda bulunan diktatörlerin artık çekilmesi gerektiğini savundu. Ne var ki, Ankara bu ilkesel tavrı, her ülke için, aynı enerjik şekilde savunmakta zorlandı. Hükümet örneğin Libya’da ve son olarak Bahreyn’de olup bitenler karşısında farklı ve daha pragmatik bir tavır aldı.

Libya: Suskunluk
Bu hafta Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu İstanbul’da düzenlenen Değişim Liderleri Zirvesi’nde, Arap dünyasındaki halk hareketlerine tam destek verdiler, liderleri halkın değişim taleplerini yerine getirmeye ve şiddet kullanmamaya davet ettiler. Başbakan Türkiye dahil hiçbir ülkenin bu hareketler karşısında kayıtsız kalamayacağını belirtti ve “petrol ve piyasa mülahazalarıyla” kayıtsız kalan Batılılara çattı. Ama öte yandan da “dış müdahalelere” ve bu arada NATO’nun askeri önlem almasına karşı çıktı.
Aslında Libya’daki ayaklanma karşısında uluslararası topluluk o kadar kayıtsız kalmadı. BM Güvenlik Konseyi, (Başbakan’ın eleştirdiği) yaptırım kararını aldı. İngiltere, Fransa, Arap Birliği’nin desteklediği bir “uçuş yasağı”nın uygulanması için Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. Bu konu NATO gündemine de geldi, ancak Türkiye bu fikre karşı çıktı.
Ankara “ülkeye göre politika” çerçevesinde, Libya krizinde açıkçası kendi çıkarları doğrultusunda pragmatik bir tavır almayı yeğledi. Başbakan bu arada Kaddafi’ye ve oğluna telefonla “tavsiyesi”ni iletti; ama bundan bir sonuç çıkmadı.
Başbakan İstanbul’daki toplantıda Arap dünyasında “değişimin dış müdahale olmadan da kendi mecrasında akacağını” söylemişti. Libya’da şimdilik kan akıyor.

Bahreyn: Arabuluculuk
Benzer bir durum da halen Bahreyn’de görülüyor. Bu Körfez ülkesindeki olayın benzer yanı, dikta rejiminin kaba kuvvetle sokaklara hâkim olma çabasında olmasıdır. Ama Bahreyn’de olup bitenlerin Libya’dan farkı rejimin lehinde bir dış müdahalenin olmasıdır. Nitekim Bahreyn Kralı’nın “daveti” üzerine Suudi Arabistan bu komşu ülkeye bin asker göndermiş bulunuyor.
Bahreyn’de bir Şii-Sünni çatışması oluyor. Sünni rejim, nüfusun yüzde 70’ini oluşturan halkı susturmak istiyor. Esas tehlike şimdi Suudilerin işe karışmasıyla, bu küçük ülkenin bir İran-Suudi çatışma alanı haline gelmesidir.
Ankara bu olaya da farklı yaklaşıyor. Hükümet dışardan yapılan askeri müdahaleye karşı açık bir tavır göstermek ve Bahreyn ile Sünni dostları kırmak yerine, gerginliği yatıştırmaya yönelik bir arabuluculuk rolünü üstlenmeyi yeğliyor. İlgili taraflar çatışmanın kızıştığı bir ortamda Türkiye’yi ne kadar dinlerler, o da ayrı bir mesele.