Kültür-sanat etkinlikleriyle haşır neşirim de, yılın özellikle belirli dönemlerinde aşırı bir sanat yüklemesine ihtiyaç duyuyor bünyem.
Hedef koymak iyidir. Nisan sonuna kadar bir, "yapılacaklar" bir de "gidilecekler" listesi hazırladım kendime. Siz de listeme göz atın, belki bir yerlerde karşılaşırız…
Se7en
Emre Yusufi’nin Türkiye’de açtığı ilk kişisel sergisi. Geçen yıl Contemporary İstanbul’da çokça fotoğrafı çekilip sosyal medyada paylaşılan boks eldivenli, sentetik mermerden yapılma Herkül heykelinden hatırlarsınız kendisini. Bu sergide, yedi günah anlamındaki “yedi"yi, yine Herkül üzerinden işliyor. Duvardaki eserlerindeyse foto manipülasyon ve üç boyutlu modelleme tekniklerini kullanıyor. Tanıştık ve biraz laflama fırsatı bulduk. Kendisine ilk sorum şu oldu: “Bu yedi günah arasından sence en günah hangisi?”. “Tembellik” dedi ve devam etti: “Üretmeyen, çalışmayan, topluma ve dünyaya fayda sağlamayan insan bana kalırsa en büyük zararı verendir, yük olandır, gereksizdir.”
Hani sanatçı dediğimizde biraz bohem, biraz kapalı kapılar ardında yaşayan biri gelir ya gözümüzün önüne, öyle değil Yusufi: “Güncel sanatla uğraşan bir sanatçının güncel kanalları kullanması gayet doğal. İşimi
Kolay mı sanıyorsun evden çalışmak, yattığın yerden para kazanmak?
Geçen yemekteyiz, işten güçten konuşuyoruz, masadakilerden biri bana aynen şöyle dedi “Amaan, sen çalışıyor sayılmazsın. Yattığın yerden kitap yazıyorsun”. Derin bir nefes alıp “Oğlum ben on yıl kurumsal hayatta çalıştım, beş yıldır da her yıla bir kitap yazıyorum. Üç yüz sayfa roman yazmak ne demek, biliyor musun sen? Bir başımayım, yazdığım her şey günahıyla sevabıyla bana ait. Tek başına bu sektörde mücadele etmek ne kadar zor tahmin edebilir misin? Delirmediğime şükrediyorum. Hayatımda daha zor bir iş yapmamıştım!” dedikten sonra tuzluğu kafasına atmadım tabii. Masada çok hoş bir çocuk olduğundan salon kadını çizgimi hiç bozmadım. Ama ofise gitmeyip de evden çalışanların maruz kaldığı bu yorumlara artık bir son vermek istiyorum!
Oooh! Hayat sana güzel!
Evden mi çalışıyorsun? Ohhh, sabah 11.00 gibi gerine gerine kalk, gazeteni oku, omletini ye, sporuna git, sonra bir arkadaşla lak lak, aaa, akşam yemeği vakti gelmiş bile! Eğer gerçekten para kazandığın bir işin varsa öyle olmuyor canım bu işler. Evden çalışmak, kurumsal hayatta çalışmakla kıyaslandığında çok daha ciddi bir disiplin gerektiriyor. Ne ekibin var, ne
Ne zaman karmaşık bir durum yaşasak, “Dallas gibi olay” deriz. Hani o meşhur dizi. Hah, işte o “Dallas”, bu yıl 40 yaşına bastı.
Ben bir “Yalan Rüzgarı” çocuğuyum. Bir de “Hayat Ağacı”. Ayrıyeten “Cesur ve Güzel”. Bu pembe diziler olmasaydı, küçükken okuldan eve gelmemin de bir anlamı olmazdı. Peki neydi pembe dizilerin olmazsa olmazı? Beyaza karıştırılan kırmızıyla elde edilen pembe renkti öncelikle. Bu karışımdan nefret, entrika, trajedi, intikam, aşk, göz yaşı doğuyor ve bu, o yıllarda gayet sıkıcı olan hayatıma ciddi anlamda heyecan katıyordu.
Sue Ellen saçları
“Dallas”ın 1978 yılındaki başlangıcına yetişemedim, lakin dizi on dört yıl kadar sürdüğü için kulak dolgunluğum var. Guinness Rekorlar kitabına en çok izlenen pembe dizi olarak geçen, tek bir bölümüyle ekran başına seksen üç milyon kişiyi toplayan bir yapım, geçtiğimiz hafta kırkıncı yaşına bastı. Dizi için Teksaslı Ewing Ailesi’nin Southfork çiftliğinde bir dizi kutlamalar düzenlenmiş ve “Dallas” severler buluşmuş. Herkes istediği şatafatlı “Dallas” karakterine bürünerek kutlamalara katılmış. 125 dolar’dan satılan biletler kapış kapış gitmiş.
Lüküs hayat
Sue Ellen saçları, J.R. kötülüğü, İspanyol paça pantolonlar,
Facebook, elli milyon kişilik kullanıcı bilgisini sattı, piyasa değeri bir haftada elli milyar dolar düştü.
Cep telefonuna gelen sayısız reklam içerikli mesajlar yüzünden fenalık geçirenler el kaldırsın! Merzifon’daki Dürümcü Halil veya Kayseri’deki Hamide İç Giyim’den gelen mesajların hangi birini sileceğimi şaşırmış durumdayım. Mail yazarken bir anda ekranıma reklam fırlıyor, online gazete okurken reklamları kapatmaya çalışmaktan bir türlü sadede gelemiyorum, tek bir gerçek var, o da telefon numaramızın artık bize özel olmadığı. Aynen diğer özel bilgilerimizin de bize özel olmadığı gibi. Hayatımızın en ince detayları kim bilir hangi yaban ellerde...
Zamanı geldi
Geçtiğimiz hafta WhatsApp’ın kurucularından Brian Acton, “Zamanı geldi. #facebookusil” şeklinde bir tweet attı, sosyal medya sallandı. Nasıl sallanmasın ki, Facebook, belki de sosyal medya dünyasının en büyük güvenlik skandalının tepesine altın yaldızlı harflerle yazdırdı ismini. Ta 2014 yılında, Cambridge Üniversitesi Profesörü Aleksander Kogan’ın ABD seçmeni hakkında ayrıntılı psikolojik profil çıkarmak için geliştirdiği uygulamayı Facebook satın alıyor ve bunu Cambridge Analytica isimli bir şirkete satıyor. Elli milyon
Sosyal medyada paylaşacağı o mükemmel kareyi arayanlara müjde, Şeker Müzesi açıldı! Yalnız bir zahmet Filipinler’e kadar uzanacaksınız!
Miami’deki Ice Cream (Dondurma) müzesinin fotoğraflarını sağda solda gördüğümden beri aklımda hep bir “Neden şeker müzesi de açmıyorlar? Ne güzel fotolar çıkar” diye bir düşünce vardı. Evet, bu aralar bu tarz tatlı, yumuşak ve pembe düşüncelere sahibim. İşe bakın, hayalimdeki şeker müzesi, geçtiğimiz ay Manila’da açılmış. Manisa değil, Manila, Filipinler’in başkenti olan. Gerçi Manisa’da açılsa ne güzel olurdu, atlayıp giderdik.
Genç girişimci iki arkadaş, bir iş kurmaya karar vermiş ve “İnsanların sosyal medyada paylaşabilecekleri bir fikir üzerinden ilerleyelim” demiş. On iki bin metrekareden oluşan şeker müzesinin çıkış noktası sosyal medyaymış yani. Zaten Instagram’ına baksanız içiniz gider, rengarenk paylaşımlar yapmış gidenler. Müzenin içindeki sekiz odanın isimleri şöyle: Cotton Candy, Gummy Bear, Marsmallow, Bubble Gum, Donuts, Candy Cane, Ice Cream ve Cake Pops! Dev bir donut kapıdan girip pamuk şeker ağaçlarının arasından geçerken üzerine jelibonlar yağıyor. Trambolin, kaydırak, salıncak, içeride yok yok yani. Geçen aydan bugüne yedi bin
Sadeleş… O telefonu kapat... Karbonhidrat yeme... Bize ‘daha iyi bir insan’ olmamız adına akıl verirken hâlâ yaşam koçuna falan gitmiyorsunuz inşallah.
Ne mutlu bize ki akıl verenimiz çok. Instagram sayfamıza koyduğumuz fotoğrafları eleştirenlerden tutun da yediğimiz patates kızartmasını boğazımızda bırakanlara kadar geniş bir yelpaze var ki, onlar her şeyin en doğrusunu biliyor zaten. Her zaman ulaşılabilir olmamak adına telefon detoksu yapmalıyız. Biraz kilo mu aldık ay hemen spora başlamalıyız. Evet, aynen böyle yapmalıyız; çünkü bu sene, yüklerden kurtulma, bırakmamız gereken ne varsa bırakma senesi. Bırakalım bırakmasına da esas konu bu değil. Esas konu, bırakanların henüz bırakmamış olanlara tasladığı üstünlük, böbürlenme. Bitmek bilmeyen bir tenkit. Hani bir şeyi yapma dersen inadına yapar ya karşındaki, aynen o hesap. Bir rahat bırakmıyorlar ki bırakalım!
Telefonu yavaşça bırak
Bırak ve analog hayata geç. Bol bol kitap oku, mum yak, not defteri kullan, günlük tut, içinde sönen “Yaşasın, 2019 ajandası çıkmış!” sevincini canlandır, Kazdağları’nın tepesindeki o otelde inzivaya çekil... Bak gör nasıl iyi gelecek, döndüğünde kendini tanıyamayacaksın... Tamam, bunları yapman çok
Kaş deyip geçmeyin, doğallıktan şaşmayın. Konu kaş olunca, doğru adresi bulmak önemli. Sonuçta kaşlarımız eşittir, ifademiz.
Bundan yıllar önce, Esmeray Yıldırım’la ilk tanıştığımızda elimizde ince belli çay bardaklarımız, uzun uzun sohbet etmiştik. Bizimkisi ilk görüşte arkadaşlıktı. Esmeray, kendi salonunu açıp imaj ve kaş yenileme konularında bir isim olmayı hayal ediyordu, ben de ilk romanımı çıkarabilmeyi. Saatler ve çaylar sonra, birbirimize “Seni tanıdığıma çok sevindim, şansın bol olsun” diyerek ayrıldık.
Kavuşmamız uzun sürmedi. Bir hafta sonra Esmeray’ın kapısını çaldım ve “Benim kaşlar sana emanet” diyerek kendimi, usturayı bir sihirbaz gibi kullanan Esmeray’a teslim ettim. İnsan önce bir korkuyor tabii, sonuçta ustura bu şakaya gelmez, ibiş gibi kalakalmak da var. Fakat Esmeray’ın kendi özel formülüyle hazırladığı besleyici doğal yağları sayesinde hayal bile edemeyeceğim kaşlara sahip oldum. Hayatımda “İyi ki yaptım” dediğim şeylerden biriydi yani.
Formül artık elimizde
Artık o gün, birbirimize ne kadar içten şans dilediğimizi siz düşünün, bugün ben dördüncü romanımı kitaplığıma yerleştirirken, Esmeray da Levent’te kendi stüdyosunu açtı, Moonlife Ödülleri’nde imaj
Bir yandan esas oğlanı bulmak isterken bir yandan harcı alem takılmak istemiyorsanız kendinize bir love buddy yapıyorsunuz. Ben buna kısaca “Dostluk kazansın” diyorum.
8 Ocak’ta kutladığım doğum günüm kapsamında aldığım en sempatik hediye bir yemek kursuydu. “Yemek yaparken adeta zaman duruyor” diyenlerden olmasam da bu hediye hayli hoşuma gitti. İlk ders günü programa falan bakmadan, saatler 19.00’u gösterdiğinde atladım gittim yemek kursuma.
Dev mutfakta on kişiyiz. Hepimizin ayrı tası, tavası, tenceresi hatta ocağı var. Üzerimizde beyaz önlüklerimizle pek havalıyız. Şefimizin “Bıçak şöyle tutulur” şeklindeki kısa girizgahından sonra kolları sıvayıp hummalı bir şekilde yemek yapmaya başladık. Benim yan tezgahtaki aşk böceği çiftin erkeğini görseniz, tak tak tak filmlerdeki gibi doğruyor havuçları. “Pardon, kaç tutam paprika koydunuz?” diye soruyorum, “Hıh” deyip kafasını diğer tarafa çeviriyor. Sanki adama rakip kafe açacağım... Neyse ben hiç stres yapmadan, sadece parmağımı kesmemeye odaklanarak kendi çapımda takılırken şefimiz “Eveeet saatler 21.00’i gösteriyor!” dedi. Ben de ders bittiği için çıkardım önlüğü, tam ellerimi yıkamaya koyulacağım, “Küçük bir ara veriyoruz” diyerek