Hükümetin AB reformlarını yavaşlattığına dair söylem artık bir “AB standardı” haline geldi. Pazartesi günü Brüksel’de toplanan AB dışişleri bakanları da aynı şeyi tekrarlayarak “üzüntülerini” ifade ettiler.
Hükümetin aksini iddia ederek, “uygulama” boyutuna girmeden, yapılan reformları sıralaması da standart bir söylem haline geldi. Kısacası burada söz konusu olan bir tür sağırlar diyaloğudur.
Böylece, aradan 170 yıl geçmesine rağmen, bugün Batı ile hâlâ Tanzimat döneminde reform konusunda yaşanan diyaloğun neredeyse aynısını yaşıyoruz. “Reform” kavramı Türkiye’deki egemen güçlerce antipati ile karşılanmaya devam ettikçe de durumun pek değişeceği yok.
Özetle, reform konusu Batı için Türkiye’ye dönük bir baskı aracı olmaya devam ederken, Türkiye’nin çağdaş bir düzen kurma açısından yetersizlikleri de buna zemin sağlamaya devam ediyor.
Reform yapmak yetmiyor
Peki nedir AB’nin, cari söylemle, “Türkiye’ye dayattıkları?” Başlıca istekler şunlardır:
Neredeyse her gün bir vukuatını okuduğumuz, bu yüzden Türkiye’de halk arasındaki itibarı günden güne kötüye giden polisimiz artık uluslararası merceğin altına da girdi.
Human Rights Watch (HRW) insan hakları bekçiliğini yapan tanınmış bir örgüttür. Cuma günü açıkladığı rapor ülkemiz açısından yeni bir utanç vesilesidir. İşi daha da kötü kılan ise, “işkenceye sıfır tolerans” diyen AKP hükümetinin önemli bir üyesinin bu konuda sergilediği yaklaşımdır.
Kaçınmanın anlamı yok
Uluslararası medyaya mal olduğu için isim kullanmaktan kaçınmanın bir anlamı yok. Sözü edilen, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’tir. HRW Direktörü Kenneth Roth’un bu konudaki sözleri basınımıza fazla yansımadı, fakat dışarıda yankı buldu.
“Adalete Karşı Safları Sıklaştırmak. Türkiye’de Polis Şiddetiyle Mücadele Önündeki Engeller” adlı raporu tanıttığı basın toplantısında konuşan Roth’un Çiçek’le görüşmesi hakkındaki sözleri şöyle:
Helsinki
Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’in Avrupa için önerdiği yeni savunma düzeni Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) Helsinki’de dün sona eren dışişleri bakanları toplantısında fazla itibar görmemiş olabilir.
Fakat, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ali Babacan tarafından temsil edildiği iki günlük toplantı, yine de, Avrupa’nın yeni bir “Rusya sorunu” ile karşı kaşıya olduğunu ortaya koymaya yetti.
Başka bir ifadeyle, ağustos ayında Gürcistan’ı işgal edip bölen Moskova, Kafkasya’daki denklemi altüst etmekle kalmadı, Avrupa’da da siyasi dengeleri fena sarstı.
Bugün de bunun bilinciyle hareket ederek, ABD’nin Avrupa’daki etkisini azalacak yeni bir kolektif savunma formülünü öne sürmüş bulunuyor.
Rusya ile ilişki
Bakü/Brüksel
Pazartesi gününü Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Bakü’de geçirdik. Şu anda da zaten Azerbaycan, Belçika ve Finlandiya’yı içeren beş günlük ziyareti kapsamında kendisine refakat ediyoruz.
Brüksel’de dün biten NATO dışişleri bakanları toplantısının ana teması da zaten, Rusya’nın Gürcistan’ı işgal edip bölmesinden sonra Kafkaslar’da ortaya çıkan genel durumla yakından ilgiliydi. Helsinki’de bugün başlayacak olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) dışişleri bakanları toplantısının temel konusu da bu olacak.
Bakü’deyken, Gürcistan’daki gelişmelerin sağladığı ivmeyle Türkiye ile Ermenistan arasında başlayan diyalog süreci hakkında söylentilerin alıp yürümüş olduğunu gördük. İşin ilginç yanı, bu söylentilerin sadece konuştuğumuz Azeri meslektaşlarımız tarafından dillendirilmesi değil, aynı zamanda yetkili düzeye de intikal etmiş olmasıydı.
Bakü’deki söylentiler
Nitekim, Türkiye’nin yakında Erivan’da büyükelçilik açacağına dair söylentinin yapılan heyetler arası görüşmelerde dahi gündeme geldiğini öğrendik. Bu ise garipti, zira Erivan’da bir büyükelçiliğin açılması konusu Bakü’den gizli tutulabilecek bir şey değil.
Irak ile yeni bir düzenin eşiğindeyiz” başlıklı son yazım üzerine DSP Balıkesir Milletvekili Hüseyin Pazarcı aradı. Kendisi sadece tanınmış bir uluslararası hukuk profesörü değil, aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı'nın eski başdanışmanıdır.
Ayrıca, Büyükelçi sıfatıyla yurtdışında görevde de bulunmuştur.
Pazarcı, ABD ile Irak arasında imzalanan ve geçen hafta Irak Meclisi’nden geçen “Güvenlik Anlaşması” hakkında Türkiye’de yayılan bazı kanaatler konusunda endişeli. Son dönemde bu şekilde sık sık dile getirilen bir kanaat ise, PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonları için bundan böyle “Bağdat’tan izin alınması gerekeceği” şeklindedir.
Pazarcı, bu kanaatin yanlış olduğunu söylemekle yetinmiyor, bunun yayılmasının Türkiye’nin pozisyonunu zayıflatacağını da vurguluyor. Pazarcı’nın bu konuda söylediklerini kendi sözlerimizle şu şekilde özetleyebiliriz:
Gerekli koşullar oluştuğu müddetçe Türkiye sınır ötesi operasyon yapma hakkına her zaman sahip olacaktır. Irak’ın kendi topraklarındaki gelişmeleri kontrol edememesi nedeniyle zorunlu olan bu operasyonlar için Bağdat’ın izni de gerekmeyecektir.
Protokol imzalanabilir
Saddam döneminde olduğu gibi Bağdat ile bu konuda bir protokol
ABD ile Irak arasında imzalanan güvenlik anlaşmasının Irak meclisinden geçmesi, gelişmeleri Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir eşiğe getirdi. Zira bu anlaşma sadece Amerikan askerlerinin kademeli olarak 2011 yılına kadar Irak’ı terk etmelerini öngörmüyor.
Aynı zamanda Irak’ın ulusal egemenlik haklarına tekrar kavuşması yönünde atılan önemli bir ilk adımı temsil ediyor. Başka bir ifadeyle, anlaşmanın devreye girmesiyle, Ankara’nın kilit bazı sorunların çözümünü Washington’da değil, artık Bağdat’ta araması gerekecek.
Bu da Ankara’nın, örneğin PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonlar konusunun yasal boyutunu Irak yönetimi nezdinde çözmesi anlamına gelecektir. Bu durumun Türkiye açısından iyi mi, kötü mü olduğunu aşağıda değerlendireceğiz.
Ancak önce önemli bir hususa değinmek gerekiyor. Söz konusu anlaşmanın meclisten geçmesi yeterli değil. Zira Irak’ta hem Sünniler hem de Şiiler arasında üzerinde mutabakata varılan metne hâlâ karşı olanlar var. Anlaşmanın 275 sandalyeli mecliste sadece 149 oyla kabul edilmesi, 73 milletvekilinin ise oylamaya hiç katılmaması zaten bunu gösteriyor.
Kongre’de huzursuzluk yarattı
Özetle, bazı Şiiler Amerikalı askerlerin derhal gitmesini
Bir toplumun kafa yapısını anlamak için o toplumun çocuklarına öğrettiklerini incelemek yetiyor. Bu iddialı sözümüzün ışığında bizde “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinde gençlere öğretilenleri bir inceleyelim.
Taraf gazetesinin manşetinde birkaç gün önce çıkan habere göre, din derslerinde 9’uncu sınıf öğrencilerine okutulan kitap şunu buyuruyormuş:
“Vahye dayanmayan inanç biçimleri, toplumda olumsuz etkilere yol açan reenkarnasyon ve satanizm gibi zararlı akımların ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır.”
Bunu yazan kişinin ne ders verme ne de bu derslerde okutulacak kitap yazma ehliyetine sahip olduğunu eğitimli biri anında görür. Laikliği savunduğunu iddia etmesine karşın, böyle bir ders kitabına onay veren bir hükümetin niyetleri de, haliyle, sorgulanır.
Zorunlu din dersinin zararları
Bir ders kitabındaki bu sözler, ülkemizde zorunlu din dersinin zararlarını da net bir şekilde ortaya koymaktadır. Zira burada “din dersi”nden söz etmek mümkün değil. Buna olsa olsa “başka din ve inançların karalanması suretiyle öğretilen Sünni Müslümanlık dersi” denebilir.
Türkiye’nin önümüzdeki yirmi yıl içinde nasıl gelişeceği konusu dünyayı da yakından ilgilendirmeye başladı. Bunun, jeostratejik konumumuz ve önemli bölgesel etkileri olan değişim potansiyeline sahip olmamızın bir sonucu olduğu aşikar.
Özetle, ekonomisi hızla büyüyen, tüm zorluklara rağmen toplumsal açıdan gelişen, bu arada çok sayıda olumlu ve olumsuz iç dinamiğe sahip bir ülke olmamız, gözlerin bize dönmesini kaçınılmaz kılıyor.
ABD’deki Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) yayımladığı “Küresel Eğilimler 2025” adlı raporun Türkiye hakkındaki değerlendirmelerini de bu çerçevede görmek gerekiyor.
“Gelecek bilimi” diye bir şey elbette yok. Olsa olsa, mevcut trendlerden hareketle gelecek konusunda bilinçli bazı tahminlerde bulunabiliriz. Söz konusu raporun giriş yazısını yazan NIC Başkanı C. Thomas Fingar da zaten buna işaret ederek, “falcılık” yapmadıklarını ortaya koyan ifadeler kullanma ihtiyacını duymuş.
İstihbarat raporunda öznellik
Son 20 yıl bile, gelecekle ilgili tahminlerin ne denli hatalı olabileceğini ortaya koydu. 1988 yılının perspektifinden bakıp da Doğu Blok’unun bu kadar kolay çökeceğini kaç kişi tahmin etti? “Komünist Çin” ile “fukara Hindistan”ın üretim ve