Fransız Meclis Başkanı Bernard Accoyer’nin kurduğu özel komisyonun tarihi olaylarla ilgili yasa yapılmamasını tavsiye eden raporu hakkındaki haberi perşembe günü Milliyet’in manşetinden okuduk.
Paris temsilcimiz Sabetay Varol’a göre, Fransız Ulusal Meclisi’nde 2006’da kabul edilen ve Ermeni soykırımını inkâr edenlere ceza öngören yasanın senatodan geçmesi bu durumda zorlaşmış.
Bu gelişmenin bizde memnuniyet yarattığını tahmin etmek güç değil. Birçok kişinin haberi okuyup “Akılları başlarına geliyor” diye düşündüğü kesin. Ancak, bu kişiler rapordaki mantığın hiç de hoşlarına gitmeyecek bir kapıya çıktığını görmezden geliyorlar.
Havada kalan soru
Bu hususa aşağıda değineceğiz. Ancak önce bu raporun Türkiye’nin hayrı için hazırlanmadığını belirtelim. Söz konusu komisyonun üyeleri, Avrupa ve Fransa için bu konuda ortaya çıkan açmazları görerek raporu kaleme almışlar.
Zira “tarihi yasalara tabi tutma” yolundan gidilmesi halinde, birçok ülkenin veya grubun bundan yararlanmak istemesinin Avrupa’da siyasi karmaşa yaratacağı ortada. Örneğin, Ukrayna’da 1932-33 arasında yaşanan ve 7 ila 10 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan kıtlığı bugün Moskova’ya karşı “soykırım” sınıfına
Irak’taki gelişmeler Türkiye’nin bu kez çok daha iyi hazırlanmasını gerektiriyor. Bu nedenle, ABD’nin 2011’in sonuna kadar Irak’tan tümüyle çekilme programına sadece PKK’ya karşı sınır operasyonlarının geleceği açısından bakmak işi basite indirgemektir. Ancak bu konuda yine de şunu söyleyebiliriz:
Kuzey Irak’taki hava sahasının kontrolü 1 Ocak’tan itibaren ister Bağdat’a, ister Erbil’e geçsin, bölge kaynaklı PKK saldırıları sürdükçe, Ankara, askeri gücü ve yetenekleri ölçüsünde, tek taraflı olarak gerekeni yapacaktır.
Bağdat ile Erbil’in de bunun farkında olduklarını varsayabiliriz. Ancak, bunun askeri ve sivil yetkililerimizce tercih edilmeyen bir senaryo olduğunu da biliyoruz. Zira uluslararası ilişkilerde yasal zemin Ankara açısından her zaman önemli olmuştur.
Bağdat ile Washington arasındaki “Güçlerin Statüsü Anlaşması”nın (SOFA) daha Irak meclisince onaylanması gerekiyor. Bu arada her iki ülkede anlaşmaya karşı olanlar var. Özetle, “oyunbozanlar” için Irak hâlâ bir “fırsatlar dünyası.”
Kürt politikasının ‘sivilleşmesi’
Fakat anlaşmaya uyulması halinde Ankara’nın da yükselmekte olan bölgesel profiliyle uyumlu davranması gerekeceği, bunun da Türkiye’ye önemli
Cengiz Çandar, Radikal’de önceki gün çıkan ve Başbakan Erdoğan’ın ABD’deki temasları çerçevesinde - “Demokratların düşünce tapınağı” sayılan - Brookings Enstitüsü’nde vereceği konuşma ile ilgili “ön değerlendirmesinde” şunu belirtiyordu:
“Tayyip Erdoğan’ın Brookings’de konuşmak istemesini, bir anlamda Obama yönetimi önünde şimdiden ‘görücüye çıkma’ niyeti olarak anlayabiliriz. Bu bir ‘eleştiri’ değil, Başbakan’ın geleceğe yönelik doğru bir ‘yatırım’ı olarak da algılanabilir.”
Bu yazı yayımlandığında Erdoğan’ın konuşması gerçekleşmişti. Belli ki Çandar yazısını konuşmadan önce kaleme almış. Zira, Erdoğan’ın niyeti gerçekten “geleceğe yönelik doğru bir yatırım yapmak” idiyse, İran’ın nükleer programıyla ilgili sözlerinin aksini yaptığını o da teslim ederdi.
Erdoğan çam devirdi
Özetle “köprü kurmayı” bırakın, Erdoğan, Obama yönetimi daha işe koyulmadan bir diplomatik çam devirdi. Bunu yaparken de bizce tam anlamıyla bir “Don Kişotluk” örneği sergiledi.
Peki neydi Erdoğan’ın, sadece Obama yönetimini değil; mevcut konjonktürde herhangi bir ABD yönetimini kızdıracak olan sözleri? “İran’a ‘Nükleer silah yapma’ diyenlerin de nükleer silahının olmaması lazım.” Başbakan’ın
Avrupa’da Türkiye’yi AB’den uzak tutmak isteyenler için gün doğdu. Çünkü Türkiye’ye baktıklarında görmek istedikleri her şeyi görüyorlar. Önyargılı oldukları kesin olan bu kesimlerin “önyargılı olmadıklarını” kanıtlamak için kendilerine her gün malzeme sağlıyoruz. Üstelik Türkiye’yi sözde AB’ye götürecek olan AKP sayesinde.
Hükümetin basını manipüle edip sınırlama çabası Başbakanlık'taki son akreditasyon rezaletiyle iyice ayyuka çıktı. Başbakan'ın basın sözcüsü Akif Beki’nin bu konudaki açıklamaları ise gülünç. Eski bir gazeteci olan Beki’nin kendi sözlerine inandığından da kuşkuluyum.
Kaldı ki, kendisi değil miydi hâlâ gazeteciyken Genelkurmay’ın “seçici” akreditasyon uygulamasından “antidemokratik” diye şikâyet eden?
Akreditasyonları geri çekilen gazetecileri tanıyorum. Bazıları hem Erdoğan’dan hem de Beki’den daha uzun bir süredir Başbakanlık'a girip çıkıyorlar. Bu kişilerin mesleki sicilini de, Fikret Bila’nın deyimiyle, Başbakanlık Basın Merkezi vermiyor.
Uçağa son davet
Sicilleri, yaptıkları haberlere dayanıyor. Görevlerini yaparken de kimseyi memnun etmek gibi bir noktadan hareket etmiyorlar. Sorun da zaten bundan kaynaklanıyor. Yoksa bu “Gazetecileri istemiyoruz,
Fotoğraf: ALTAN BURGUCU
İçerideki siyasi karmaşa büyüyedursun, Güvenlik Konseyi üyeliğiyle dış profili yükselişte olan Türkiye’nin kapısını çalanların sayısı artıyor. Bunlara, ülkesi Yunanistan ile hararetli bir “isim kavgası"nın ortasında olan Makedonya Dışişleri Bakanı Antonio Milososki de dahil.
Ankara’yı ziyaret eden Milososki ile önceki gün sohbet etme fırsatımız oldu. Bize anlattıkları aslında yabancı gelmedi. Söyledikleri, Atina’nın AB üyeliğini, Balkanlar'da istikrarı bozma pahasına, ulusal çıkarları için nasıl kullandığını tekrar ortaya koydu.
İlerleme sağlanamadı
Sorun, Üsküp’ün, ülkenin anayasal ismi olarak “Makedonya”yı kullanmasından kaynaklanıyor. Atina bunun toprakları üzerinde bir hak iddiasını içerdiğini savunuyor. Bu nedenle Üsküp’ün NATO ve AB üyeliği yolunu tıkamış bulunuyor.
Medyamızı yakından takip eden biri, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzleminde kalkınması için niçin dışarıdan gelen bir itici güce ihtiyaç duyduğunu daha iyi anlar. Bu açıdan, AB perspektifinin Türkiye için neden hayati nitelikte olduğunu da daha iyi görür.
Son dönemde öyle şeylerle karşı karşıya kalıyoruz ki, dışarıdan gelen birinin bu ülkenin işkence, hoşgörüsüzlük, kadın ve çocuğa karşı sevgisizlik ve şiddet içinde yüzen karanlık bir yer olduğunu düşünmesi işten bile değil.
Biraz geçmişimizi inceleyerek de bu hususlarda, son elli yıldır verilen sözlere ve yapılan sözde reformlara rağmen, çok fazla bir şeyin değişmediğini kısa zamanda anlar. İşte bu yüzden, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın kısa bir süre önce söylediği bir şey Türkiye gerçeğini tam anlamıyla yakaladı.
Yılmaz’ın ekonomi hakkında basına bilgi verirken dile getirdiği bu husus, aslında siyasi olduğu kadar toplumsal yaşamımız açısından da önemli bir gerçeği yeniden ortaya koydu. IMF ile ilişkilere “bir sigorta satın almak gibi bakmak gerektiğini” belirten Yılmaz şöyle konuştu:
Hükümete inanan yok
“IMF bize ‘şunları yaparsanız, şöyle sonuç alırsınız’ dedi. Biz de yaptık. IMF bize bunları söylemeseydi,
AB Komisyonu’nun Türkiye hakkındaki İlerleme Raporu resmen açıklandı. Daha önce basına sızan taslakla büyük ölçüde örtüşmesine rağmen yine de önemli bir ayrıntı dikkat çekiyor.
Raporda basın özgürlüğü konusunda yer alan ifadeleri sızan taslakta görmemiştik.
Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un basın özgürlüğüne saldırılarının taslakta yer almamasını, “AB’nin kendi kriterleri açısından çelişkiye düşmesi” olarak yorumlamıştık.
Gazeteci olarak bizi yakından ilgilendiren bu konuda AB’li yetkililere veryansın ettiğimizde de “Bitmemiş bir taslağa bakıp heyecanlanıyorsunuz. Sabredin, göreceksiniz” yanıtını almıştık. Nitekim gördük.
Raporda, Başbakan Erdoğan ve Orgeneral Başbuğ’dan ismen söz edilmiyor. Bu bir eksiklik değil. Zira önemli olan şahıslar değil ilkelerdir. Yani basın özgürlüğü ilkesi. Bu konuda da rapor, “Üst düzey yetkililer, özellikle yolsuzluk iddialarıyla ve terörle mücadeleyle ilgili haberlerin ardından basını şiddetle eleştiren açıklamalar yaptı” diyor.
Raporun eleştirilecek yönleri
Hayatını siyahların hakları için feda eden Martin Luther King’in “rüyası” kırk yıl sonra gerçek oldu. Siyahi Barack Obama’nın bu denli büyük bir farkla Beyaz Saray’ın yeni patronu olması ABD’de köklü değişimin habercisidir.
Bu tarihi seçimlerin sonucu ayrıca muhafazakâr kesimlerin değişime karşı dirençlerini ancak bir noktaya kadar sürdürebileceklerini, bu direncin toplumsal gerçekler karşısında kolayca eriyip gidebileceğini ortaya koydu.
Bu açıdan bakıldığında Obama’nın zaferi, insanların temel korkularına güvenerek, etnisite ve din üzerinden siyaset yapmanın, nihai analizde, ne denli nafile bir uğraş olduğunu da göstermiş oldu.
Sonuçta Obama “değişim” vaadiyle seçildi ve ırkından dolayı aleyhinde yürütülen gizli kampanya tutmadı.
İlk dosyalar ekonomi ve Irak
Buraya kadar güzel. Şimdi asıl soru, Obama-Biden ikilisinin gerçekten değişimin havarileri olup olamıyacaklarıdır. Sonuçta bizde de AKP “değişim” sözüyle geldi. Bu vaadiyle kitleleri arkasına taktı. Liberalleri yanına çekti. Oysa bugün bu partinin hangi konumda olduğu ortada.