ABD’yi ateşe veren protestoları her ne kadar beyaz bir polisin siyahi bir Amerikalıyı gözaltı sırasında boğarak öldürmesi tetiklese de aslında bunun yönetimin, daha doğrusu, gelmiş geçmiş tüm yönetimlerin ırkçı tavırlarının birikiminden kaynaklı olduğunu söylemek daha gerçekçi. Yani bu isyan ettiren görüntüler tarihsel bir kalıtım olarak devam edegelen bir durum. Hem de sadece siyahilere değil, ABD’deki “makbul beyazlar” dışındaki tüm renkli ırklara ya da başka dini inançtaki insanlara. Dolayısıyla, Cumhuriyetçi Trump’ın muhalifi Demokratlar’ın şimdilerde Kongre’ye sunduğu Amerikan polis teşkilatı ile yargıdaki ırkçı ayrıştırmanın sonlandırılmasını öngören ve polislerin müdahale yöntemlerini kısıtlayan tasarısı tam anlamıyla politik bir manevra. Çünkü evet, ırkçı kaynamanın ivme kazanmasında Trump’ın kişiliği, tavrının payı büyük ama bu, yönetimde Demokratlar olsaydı ABD’de böyle bir olay yaşanmazdı anlamına da gelmiyor. Niyesini Washington eski Deniz Ataşesi ve
Türkiye’nin devreye girmesiyle dengelerin değiştiği Libya’da meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti gayrimeşru silahlı güçlerin lideri Hafter’e bağlı milislerin işgalindeki yerleri tek tek geri alıyor. Yani Rusya, Fransa Mısır ve BAE destekli kirli oyun sahada bozuldu, kukla Hafter bozguna uğradı. Ama aynı ülkeler şimdi de “acil ateşkes” hesabıyla masada Libya Ordusu’nun ilerleyişini durdurma çabasında. Tabii buna şu an itibarıyla Ulusal Mutabakat Hükümeti’nden yana görünen ancak bunu net olarak deklare etmeyen ABD’de dahil olmak üzere. Çünkü ABD, bir yandan da Hafter’le görüşüyor, daha doğrusu ikili oynuyor. Dolayısıyla Suriye’de olduğu gibi Libya’da da tarafını ve tavrını çok net ortaya koyan Türkiye yine en kritik, en önemli aktör konumunda. Bunda da sahada ortaya koyduğu imkân ve kabiliyetinin, yani sert gücünün etkisi büyük. Nasılını İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi, emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu, anlatıyor:
“Libya’da
ABD, bugüne dek dünyanın birçok ülkesini demokrasi götürüyorum diye kan ve gözyaşına boğdu, hâlâ da aynı kafada... Bu müdahalelerde de Amerikan gizli servisi CIA’nın rolü ve askeri darbeler, siyasi suikastlar, şantaj-propaganda gibi yöntemlerle ülkelerin dinamiklerini nasıl kışkırtıp, tetiklediği bilinen gerçek. O nedenle de koronavirüs kâbusunun ardından ABD’yi ateşe veren protestoları her ne kadar beyaz bir polisin siyahi bir Amerikalıyı gözaltı sırasında boğarak öldürmesi tetiklese de aslında yönetimin ırkçı tavrına karşı gelişen toplumdaki bu kaynamayı kestirmek hiç zor değil. Yani bu patlamanın zaten süregelen rahatsızlığın bir sonucu olduğu açık. Dolayısıyla da kafa karıştıran soru şu:
Dünyanın her köşesini manipüle eden, bu yolda eli kanlı terör örgütleriyle dahi iş birliğinden çekinmeyen, onları kullanan CIA ve FBI, kendi ülkesindeki ırkçı kaynamaya, patlamaya karşı neden uyanmadı ya da uyanamadı? Dahası, bu olayda başka kirli hesaplar da olabilir mi? Soruya MİT eski
PKK’nın lider kadrolarına indirilen ağır darbe Türkiye’nin terörle mücadeledeki kararlılığının yanı sıra imkân ve kabiliyetini bir kez daha çok net ortaya koydu. Çünkü yerleri bulunamaz, hele de kendileri açısından karargâh olarak gördükleri bir yerde onlara kimse erişemez diye gizemli havaya sokulan örgütün tepe isimleri MİT ve TSK’nın iş birliğiyle tek tek etkisiz hale getirildi, getiriliyor... MİT, teröristlerin yerlerini buluyor, sonrasında İHA’larla teknik takip yapılıyor ve TSK’nın nokta atışıyla da iş bitiriliyor. Yani artık malum sondan kaçış yok, sadece sıranın gelmesini bekleme var. Dolayısıyla da son dönemde örgüt içerisinden sızan haberler daha çok panik ve çaresizlik ağırlıklı. Bunun son örneği de uzun süredir ortalarda görünmeyen terörist başı Murat Karayılan’ın bunu teyit eden PKK’nın Başkanlık ve Yürütme Konseyi’nden 18 kişinin TSK’nın operasyonlarıyla öldürüldüğüne dönük itiraflarıydı. Ancak Karayılan’ın
Dünyada her gün genelde hükümetleri, askeri tesisler ve firmaları hedef alan siber saldırılar yaşanıyor. Bunların ardında kimlerin olduğu ise ya bulunamıyor ya da bu izinin sürülmesi, aylar veya yıllar alabiliyor. Genelde saldırılar zayıf noktaları keşfetmek ve bu noktaları kullanıp ne kadar zarar verebileceğini denemekten keyif alan bilgisayar korsanları kaynaklı deniliyor ancak devletlerin hedefli siber saldırılar yaptıkları da biliniyor. Örneğin bunlar arasında en çok yankı bulanlardan biri,10 yıl önceki İran’ın nükleer tesislerini hedef alan “Stuxnet” virüsüydü. Bilgisayar ortamındaki bu saldırı İran’ın nükleer tesislerindeki uranyum zenginleştirme sürecinde santrifüjlerin frekanslarını manipüle ederek sistemi devre dışı bırakmıştı. Ve bu virüsün ABD gizli servisi Ulusal Güvenlik Kurumu(NSA) ile İsrail ajanları tarafından geliştirildiği anlaşılmıştı. Yani planlı bir “siber operasyon” söz konusuydu. Dolayısıyla da o günden bu yana Ortadoğu’da İran ve İsrail arasında süren, son dönemde de tırmanan bir “siber
Türkiye’nin desteğiyle Libya’da üstünlük sağlayan Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti, yani Sarrac yönetimi uluslararası camia tarafından “meşru” yönetim sayılmakla beraber, birçok ülke bu yönetime karşı savaşan General Hafter’in güçlerine destek veriyor. Bunların başında da Rusya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa var. ABD ise özellikle Rusya’nın Hafter’e savaş uçağı gönderme hamlesine karşı yaptığı çıkışla şu an Sarrac’ı destekliyormuş havası verdi ama bu Hafter ile de temasının olmadığı anlamına gelmiyor. Yani ABD, eskilerde kendisinin doğrudan kullandığı ama şimdilerde ise Rusya’nın adamı ya da Libya’daki vekâlet savaşçısı pozisyonundaki Hafter’le de bağını koparmış değil. Dolayısıyla, Libya’daki karmaşık görüntüyü daha da flulaştıran soru şu:
Yıkılmadan önce Sovyetler Birliği’nde askeri eğitim gören ama daha sonra ABD saflarına geçen ve CIA adına hizmetler(!) veren Hafter şimdilerde gerçekte kimin adamı? Silah ve savaşçı desteği
Koronavirüs salgını ABD ile Çin arasındaki gerilimi tırmandırdı. İki ülke de özellikle koronavirüs salgını olmak üzere her konuda birbirini suçluyor. Buna ABD ile Çin arasında yaklaşık üç yıldır karşılıklı hamlelerle devam eden ticaret savaşının hepten düşmanlığa dönüşme olasılığı barındıran bir süreç de denilebilir. Yani korona teyakkuzundan yeni normal yaşama geçişin başladığı şu günlerde sözü edilen değişimden ziyade eski dünya düzeni havası var. Özellikle de küresel liderlik çekişmesindeki başat güçler için değil ama bazı ülkeler arasında yaşanma olasılığı yüksek saldırılar, iç savaşlar, başkaldırılar gibi riskler açısından. Çünkü ABD bir yandan Çin’i NATO’nun gündemine getirirken, diğer yandan da Japonya, Güney Kore, Tayvan, Endonezya, Malezya gibi müttefikleri ve deniz gücü ile Pasifik’te Çin’i çevreleme stratejisi güdüyor. Çin de bu kuşatmayı yarmak için çalışıyor. Bu
Koronavirüs salgını günlerinde Fırat’ın doğusu ve batısındaki İdlib ile Libya’da hızlanan ABD’nin tezgâhlarını İstanbul Aydın Üniversitesi öğretim üyesi, emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu anlattı.
Koronavirüs günlerinde iki ayrı ABD’ye tanık olduk, oluyoruz. Biri virüsle mücadelede çaresiz kalan, sağlık sistemi herhangi bir biyolojik savaşa veya böyle bir pandemiye hazır olmayan ve 100 bine yakın vatandaşını kaybeden; diğeri kendi kıtasının, coğrafyasının dışında ulusal çıkarları yönünde uyguladığı politikalarda hiçbir geri adım atmayan, mevzi değiştiren ama esas hedefte hiçbir sapma yapmayan, dolayısıyla da masum insanların kanına girmeye devam eden Amerika... Mesela terör örgütü PKK/YPG, ABD’nin verdiği silahlarla Afrin’de, Barış Pınarı Harekâtı bölgesinde saldırılar düzenliyor, oradaki sivil halka eylem yapıyor. İdlib’de de El Nusra’yı, DAEŞ’i, HTŞ’yi ya da başka terör örgütlerini kullanan ABD sürekli hem TSK’yı yıpratmak hem de Rusya’nın bölgedeki