Türkiye şu anda, altı yıldan bu yana 10 şehirde kurulan 26 geçici barınma merkezinde yaklaşık 300 bin Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor. Bu barınma merkezleri dışında ülkenin hemen her iline dağılmış bulunan Suriyeli sayısı da 3 milyona yaklaşmış durumda. Yani toplamda 3.5 milyona yakın Suriyeli mülteci var. Bunlardan da 600 binden fazlası İstanbul’da yaşıyor. Bu rakam İstanbul nüfusuna (14 milyon baz alınırsa) oranlandığında yüzde 3.2 ile Türkiye ortalamasının (yüzde 4’lerde) altında kalsa da bazı ilçeler açısından bakıldığında durum oldukça vahim. Şöyle ki; Hacettepe Üniviversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) Müdürü Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın, Marmara Belediyeler Birliği için yaptığı son çalışmaya göre; İstanbul’daki ilçelerden 15’inde Suriyeli sayısı yüzde 5’lerin çok üstünde, yani Türkiye ortalamasından fazla. Örneğin İstanbul’da nüfusunun en az 25 bini Suriyeli olan ilçeler şunlar:
Küçükçekmece, Bağcılar, Sultangazi, Fatih, Esenyurt, Başakşehir, Zeytinburnu, Esenler...
Bu öncelikle güvenlik açısından ciddi bir sorun demek. Hele de terör saldırılarıyla çok acılar yaşadığımız şu günlerde. Çünkü hâlâ kayıt dışı olan çok sayıda Suriyeli mevcut, dahası,
Türkiye’de eylem yapacak PKK’lılar yeni Kandil olarak tanımlanan Kobani’de özel olarak eğitiliyor. Suruç üzerinden Türkiye’ye yasadışı yollardan giriş yaptıktan sonra da İstanbul-Dolmabahçe ve Kayseri’de olduğu gibi kalleşçe saldırılarla masum insanları katlediyorlar. Yani bataklık burnumuzun dibinde. Hatta sınırdan öteye baktığında çıplak gözle bayraklarının görüldüğü yerler dahi var. Bu da ülke insanının canına tak etmiş durumda. Dolayısıyla da herkesin aklından geçenler aynı:
Fırat Kalkanı Harekatı’yla ABD’nin güdümündeki PYD/PKK’nın Kürt Koridoru planını bozan Türkiye, Kobani’ye duyarsız mı kalacak? Kalmazsa da ABD’nin tavrı ne olur ya da olabilir?
PKK’nın İzmir’deki saldırısı sonrasında konuştuğum eski Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korg. İsmail Hakkı Pekin’in bu konudaki düşüncesi şöyleydi:
“Türkiye’nin ABD’ye bu böyle devam ederse ‘Kobani’ye, girer, dağıtırım’ demesi lazım. Çünkü artık çok fazla bedel ödüyoruz, bunun hesabını sormak gerekiyor. İncirlik’in kapatılması, Kobani ve Irak’a müdahale hepsini düşünmek gerekir.”
- Türkiye Kobani’ye girebilir mi?
“Girip kalmanıza gerek yok tanklarla 15-20 kilometre girersiniz darmadağın eder çıkarsınız. Bu kadar basit, bunu
Reina’da 39 kişiyi katleden terörist hâlâ bulunamadı. Gelinen nokta itibarıyla bilinenler DAEŞ’li katilin kaldığı yerler, adım adım katliam rotası ve görüntüleri ile Doğu Türkistanlı Uygur Türk’ü olabileceği... Dahası, katliamda birden fazla saldırgan olduğu iddiaları ya da ikinci eylem hücresi kuşkusu. Ve tüm bunlarla bağlantılı olarak polise gelen binlerce ihbar ile aralıksız süren operasyonlar... Yani teröristin uyruğundan, eldeki seri numarası silinmiş Kalaşnikof’a kadar (DAEŞ niye silecekse) olayın daha da karmaşıklaşması için gereken ne varsa her şey mevcut. Dolayısıyla da katliamın sorumlusu olarak görüntüde taşeron DAEŞ var ama asıl adres açık. Bu durumda da akla gelen olasılıklar şunlar:
Davranışı, çok iyi silah kullanması, soğukkanlılığıyla tam bir profesyonel olduğu anlaşılan terörist öldürülmüş olabilir mi? Mümkün. Eğer bu teröristi bir gizli servis kullandıysa “Git kendini patlat” yerine “Biz seni koruyacağız” deyip cesaretlendirmiş, sonra da kaçırıp kafasına sıkarak infaz etmiş olabilir. Şu ana kadar bulunamaması da buna bağlanabilir...
Ülke dışına kaçırılmış olabilir mi? Mümkün. Bu tür katiller bir iş için yetiştirilip, kullanılmazlar. İnfaz edilirse bunun gibi eylem
Reina’da katliam yapan DAEŞ’li teröristin Türkiye’ye nasıl girdiği, hangi kentlerde bulunduğu, nerelerde kaldığı artık biliniyor! Peş peşe ortaya çıkan kent turu fotoğrafları ve olay anındaki kamera görüntülerinden tam bir profesyonel olduğu konusunda da kuşku yok. Ancak, bütün arabaların didik didik arandığı yılbaşı gecesinde polis barikatlarını aşma ve olay sonrasındaki kaçma, kaçırılma noktaları hâlâ karanlık. O nedenle de herkes katliamın arkasında bir gizli servis ya da üst akıl olduğu konusunda hemfikir. Dolayısıyla, bu olay da 15 Temmuz kanlı darbe girişimi ve Karlov suikastı gibi flu kalmaya (terörist sağ yakalansa dahi) aday. Gelinen bu durumu dün eski MİT Kontterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür’e sordum. Her üç olaya ilişkin yorumu şöyleydi:
Gülen’i aşar
“15 Temmuz bir ABD istihbarat projesi. Görünümde Fethullah Gülen var ama bu tamamen bir istihbari çalışma ve örgütlenme. Bir yaver her gün Genelkurmay Başkanı’nın odasına dinlemeyi koyuyor, o ertesi gün bir yerlere gidiyor. Bu yaver gibi kaç tane var acaba? Bu Fethullah Gülen’in çapını çok aşan bir istihbarat örgütlenmesi. O nedenle, ABD kesinlikle Fethullah Gülen’i iade etmez. Çünkü bu onlar açısından çok kötü bir
Başımız sağolsun, yaralılara acil şifalar, bu son olsun...
2016’da çok sık yinelenen bu sözleri artık duymak istemeyen Türkiye’nin 2017’ye dönük ortak temennisi terörün son bulmasıydı. Ancak eskilerde olduğu gibi doğan bebek haberlerini dinlemeyi beklerken yeni yıla yine kan ve göz yaşıyla girdik. Terör bu kez benzerleri Avrupa, ABD’de görülen bir eylem türüyle ortaya çıktı ve gece kulübünde eğlenen korumasız, masum insanları katletti. Sonra da elini kolunu sallayarak kaçtı. Hem de tüm emniyet birimleri teyakkuzdayken...
Bu saldırının hedefi zamanlama, seçilen mekan, eylemin yöntemi açısından bakıldığında çok net. Günlerdir yılbaşı kutlamalarına dönük oluşturulan havayı fırsat bilip toplumsal fay hatlarımızı tetiklemek ve ülkeyi kaos ortamına sürüklemek. Tıpkı Beşiktaş’ta ya da Kayseri’deki katliamlarda olduğu gibi. Tek fark senaryonun bu kez insanların yaşam tarzı tercihleri üzerine kurgulanması. Açıkçası terör sarmalındaki Türkiye açısından örgütün adı ya da teröristin kimliği fark etmiyor. Çünkü içerde ve dışarıda teröre karşı amansız mücadele veren Türkiye tüm örgütlerin hedefinde ve yalnız... Dahası o örgütlerin arkalarında yabancı ülke gizli servislerinin olduğu da gerçek.
Bitsin gitsin bir daha hatırlamayalım dediğimiz bir yılın son günü. Yarından başlayarak mutlu ve güler yüzlü bir yıl temennisiyle...
Soçi Havaala-nı’ndan kalktıktan kısa bir süre sonra Karadeniz’e düşen Rus uçağı hakkındaki bu iddianın doğruluk ya da yanlışlığı hala netleşmiş değil. Evet bu iddialara karşılık Rus yetkililer Tu-154 tipi uçağın düşüşünde “terörizm olasılığı yok” dediler ve karakutudan çıkan bilgilere dayanılarak yapıldığı belirtilen açıklamalarda da olayın kanatlardaki hatadan kaynaklandığı, yani teknik arızaya bağlı kaza iması oldu ama pek inandırıcı gelmedi. Niyesinin başında da şu var:
Dünyanın en ünlü gizli teşkilatlarından birisine sahip olan Rusya gibi bir ülke sabotaj deyip zafiyetini ortaya koymaz. Hele de büyükelçisi Karlov’a düzenlenen suikasti atlamışken ve elçilikte köstebek arayışı varken...
İşte bu nedenle de o soru hala geçerliliğini koruyor:
Kızıl Ordu Korosu’ndan 64 müzisyenin de aralarında bulunduğu 92 kişi sabotaj kurbanı mı?
Dün Türk Hava Kuvvetleri’nde Üs Komutanlığı ve uçuş okullarında öğretmenlik yapan, hatta düşen Rus uçağının benzerini kullanan emekli bir generalle bu iddianın olabilirliğini konuştum. Ankara’da 23 yıl önce (17 Şubat
Halep’ten ateşkesle çıkartılan silahlı muhalif grupların yeni adresi İdlib oldu. Yani Hatay’ın öte yakasında bir savaşçı yığılması söz konusu. Bunların çoğunluğu ÖSO’nun çatısı altındaki gruplar ama kentteki bazı bölgelerde El Nusra’nın (Fetih El Şam Cephesi) adamları da var. Dolayısıyla, gözler bundan sonra atılacak adımlar ve olacaklarda. Çünkü 300 bini merkezde, 700 bini de derme çatma 400 çadırkentte olmak üzere bir milyondan fazla insanın yaşadığı İdlib her an ikinci bir Halep olabilir. Nitekim bu riski BM Suriye Özel Temsilcisi Mistura da dile getirdi. Yani Halep’i ele geçiren Esad, gücünü toparladıktan sonra kendisi için tehdit unsuru olan muhalifleri hazır bir yerde toplanmışken hepten yok etmek sevdasıyla savaşa devam diyebilir...
Ya da Rusya, Türkiye ve İran’ın Moskova Toplantısı’yla Halep’te hayata geçirilen ateşkes ülke geneline yayılır, kalıcı bir siyasi çözüm üretilir, böylece de Türkiye’nin El Bab’da olduğu gibi hem sahada hem de masada yoğun çaba sarf ettiği barış sürecinin önü açılabilir. Üstelik de koalisyon güçlerinin takoz olmalarına rağmen...
Peki, hangisi daha ağır basıyor? Bu soruya dün konuştuğum eski Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Em. Korg.
Suriye krizi konusundaki Rusya, Türkiye ve İran’ın Moskova toplantısı ABD’nin hiç istemediği bir durum. Hem görüntü hem de çıkan sonuç açısından. Şöyle ki; bugüne kadar sorunun çözümü Rusya ve ABD’nin anlaşmasına bağlı denilirken, ABD şu an için oyundan düşmüş gibi. Buna Rusya yıllardır Ortadoğu’da çok rahat cirit atan ABD’ye posta koydu da denilebilir. Çünkü ABD özellikle güdümündeki PYD/YPG’nin Akdeniz’e kadar uzanmasını da içeren bölünmüş, parçalı bir Suriye hedeflerken, Moskova zirvesinden sonra en kuvvetli vurgu sonuç bildirgesinin ilk maddesindeki Suriye’nin toprak bütünlüğüne yapıldı. Yani şu an itibarıyla görüntü şöyle:
Bir yanda İslam dünyasının iki önemli gücü Sünnileri temsil eden Türkiye ve Şiileri temsil eden İran’ı yanına alan Rusya. Diğer yanda ABD ve maşası PYD/YPG...
Bu noktada kafa karıştıran en çarpıcı soru ise şu:
Suriye’nin toprak bütünlüğü vurgusu devletimsi yapı hevesindeki PYD/YPG’yi de kapsayacak ve Rusya ile İran Türkiye’nin yanında yer alacak mı? Ya da ABD, PYD/YPG’ye “sepeti koluna, herkes yoluna” deyip Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt yapılanması sevdasından vazgeçecek mi?
Bu soruya net yanıt bulmak zor. Dahası bundan sonrasına dönük öngörüler de oldukça