Gaziantepspor, Fenerbahçe’yi zorlamayı seven bir takımdır. Bu nedenle de ligimizin en renkli, heyecanlı, gösterişli, gollü karşılaşmaları bu iki takım arasında oynanır.
2001 sezonunun şampiyonluk maçı nasıl Gaziantepspor’a karşı oynanmışsa geçen senenin de en kritik eşleşmesi yine aynı takımla olmuş ve 90+4’de 3 puana dönüşmüştü.
Konuk takımın yerini lig tablosuna bakarak değerlendirenler için elbette bu maçı ev sahibi takımın kazanmasını beklemek doğal olandı; ancak Gaziantepspor’un ligin lideri ile yaptığı karşılaşmayı hatırladığımızda bunun hiç de kolay olmayacağı sonucu da çıkıyordu.
Gaziantepspor’un kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bir sorun yaşadığı ortadadır. Kadro kalitesi asla bulunduğu pozisyonla doğru orantılı değildir.
Fenerbahçe son iki aydır aslında düşen bir oyunla sahada mücadele etmeye çalışıyor. Yapısal olarak baktığımızda her şey normal gibiymiş görünse de oyucular üzerindeki yorgunluk gözle görülür derecede ortaya yansıyor.
90 dakika içinde sürekli kopmalar yaşanıyor. Konsantrasyonun arttığı dakikalardaysa ligin en tehlikeli takımı haline geri dönüyor.
Yıllardır Fenerbahçe için şu yorumu yapıyorum; yediği goller gibi atmasını beceremeyen
Futbolumuzda son dört senedir bir Ankara sorunu var ve bunu yaratanlar bugün futbolumuzun içindeki birçok krize de neden olan anlayışı da beraberinde taşıyor.
Ankaragücü’nün geldiği pozisyon akıl alır gibi değildir; ancak çıkmadık candan umut kesilmez misali genç oyuncularıyla ve yine bünyesinden çıkardığı teknik adamıyla kendisine biçilmiş kaderine direniyor.
Dün herhangi bir taktik disipline bağlı olmaksızın karşısındaki güçlü rakibe sadece gençliğinin verdiği enerji ile direnmeye çalışan bir Ankaragücü izledik. Daha fazla koşması, her topa müdahalede bulunmaları gerekiyordu, birinci dakikadan itibaren öyle de oldu.
Ankaragücü adına bu maçta Doğan Şahin isimli bir futbolcunun isminin ön plana çıktığını gördük. Maçı izlerken bu genç oyuncunun babasının sıkı bir Tofaş fanatiği olup olmadığını düşündüm durdum.
Sonra da bir başka cümle kurdum “Doğan Şahin, Kartal oldu!” diye.
Ligin zirvesindeki dört takım arasında sol kanatta bir türlü oynatacak oyuncu bulamayan hangisi diye düşündüğümüzde akla gelen ilk Beşiktaş oluyordu. Hazır transfer döneminin içinde olduğumuz bu günlerde Beşiktaş defansının sağ tarafını fazlasıyla meşgul eden, dikine oynamayı seven bu futbolcuyu
Takım kurgusunun ne kadar önemli olduğunun yanı sıra futbolcu kalitesinin bir maçın kaderini ne kadar etkileyebileceğinin çok çarpıcı örneğiydi Samsunspor-Galatasaray maçı. Karşılaşmayı Sabri üzerinden yorumlamak işin en kolay tarafıdır. Evet, bu örneğin temel taşlarından bir tanesi Sabri olabilir ancak yetmez.
Galatasaray bu karşılaşmayı geçen seneki kadrosuyla ve yine Fatih Terim yönetiminde olsaydı asla kazanamazdı.
Ujfalusi, Melo, (Ebuoé) Baros, Elmander, Riera çok fark yaratan futbolcular.
Galatasaray’ın yumuşak oyuncu kadrosunu dirençli hale getirip, rakibi çok fazla etki altına alıyorlar. Çok fazla alan değiştirip, geniş bölgelerde oynuyorlar.
Karşılaşmanın 38. dakikasında aldığı bir darbe sonucu yerden kalkmayan Engin Baytar’a atağı kesiyor diye tepki gösteren Melo ve Baros hiç kuşkusuz arkadaşından çok daha farklı bir anlayışa sahiplerdi. Oyunun durması ve soğuması futbola olağanüstü zararlar verir; şampiyonlukların kaçmasına neden olur. Futbolumuzda her ikili mücadele sonrasında dışarıdan gelecek müdahale olmadan yerden bir türlü kalkamama hastalığının önlenmesi için bu iki yerinde tepkinin etkili olmasını bekliyoruz.
Galatasaray Rijkaard zamanında da oyunu
Toplum olarak sadece sonuçla ilgileniyoruz. Olayların nedenselliği, gelişimi, süreci çoğu zaman umursamadığımız bir detay olarak görülüyor. Öyle olunca da hafızamızda çok fazla bilgi tutmadığımız gibi düşünmek için yeterli egzersiz de yapmamış oluyoruz.
Geriye ne kalıyor?
Sürekli yeni baştan öğrendiğimiz; her şeyi ta en başından alıp değerlendirmek zorunda kaldığımız koca bir hayat!
Emre Belözoğlu şu an futbolumuz içinde bir sorun kaynağı olarak görülüyor; yaptığı her eylem, maç içindeki davranışı, sözleri, duruşu hatta artık varlığı her geçen gün kendisine antipatiyle yaklaşan kitlenin sayısını arttırıyor.
Dünkü yazımda yazmıştım; Emre’nin saha içinde aklını kaybetmesini asla kabullenemiyor, onaylamıyorum. Çoğunlukla anti patik bir kişiliğe bürünüyor, sevimsizleşiyor; insan tahammül yeteneğini kaybediyor.
Sadece dışarıdaki kişilerin değil bir ay öncesine kadar takımın teknik patronu Aykut Kocaman’ın bile tahammülü kalmadı Emre’ye.
Emre’ye duyulan nefretin ölçüsü ve kendisine gösterilen tepkinin şiddeti normal seviyenin oldukça üzerine çıktığını, artık bunun ırkçı bir şekil aldığını da yazmıştım.
Emre’nin davranışları ne kadar çizgi dışıysa, bu karşı duruş da bir o
Fenerbahçe’yi izlerken maçın genelinde 9 kişi sahada mücadele ediyormuş hissine kapılıyor insan. Rakibin defansı birçok pozisyonda 3’e 2 veya 4’e 2 yakalaması, orta sahada daha az oyuncu ile oynuyor olmak, fazla top kaybı gibi bir takım gerçekler bunu duygudan gerçeğe dönüştüren etkenler oluyor.
Fenerbahçe rakiplerine göre daha stabil bir oyun oynamayı tercih ediyor. Her oyuncunun sorumlu olduğu bir bölge var ve bu sınırların dışına çıkmıyor. Örneğin Baroni ne zaman çok hareketli bir oyun oynarsa Fenerbahçe'nin futbolu çok rahatlıyor.
Ve bir başka gerçek var ki o da; Fenerbahçe’de futbolcunun topa hakim olduğundan çok topun futbolcuya hükmettiği bir kadro yapısı var.
Uzun zamandır bir ivme kaybı yaşıyor; bunu kadronun form durumu ile de açıklayabiliriz ancak genel anlamda kapasite sorununu da konuşmak gerekiyor.
Transfer? Mutlaka, ancak başka önlemler de gerekiyor.
Hiç kuşkusuz takımın genelinde bir senkronizasyon sorunu var; 90 dakikanın içinde her futbolcu eş zamanlı olarak oyuna katılmıyor. Örneğin ikinci yarının başından gole kadar geçen 7 dakikalık süre boyunca oyuncuların gol atmak için ekstra gayret gösterdiklerini izledik ancak golden sonra bazı futbolcuların
Webo atılana kadar İBB’nin takım kurgusu Galatasaray’ın bütün oyun sistemini kilitlemişti. Baros ve Elmander önceki maçlara göre fazlasıyla etkisizdi, kanatlardan top gelmediği gibi orta alanda da fazlasıyla top kayıpları yaşanıyordu.
Oyunun bu bölümünde Galatasaray kalesi birden fazla önemli tehlike atlattı.
Hiç kuşkusuz böylesine dengeli giden maçın kırılma anı Webo’nun akıl tutulması yaşadığı 41. dakikaydı; ayağının tabanı ile Semih’e yaptığı müdahale sonrasında oyun dışı kalırken İBB’nin kaderini belirliyordu.
Galatasaray özellikle ligin ilk çeyreğinden sonra oturttuğu taktik ve daha sonra oluşturduğu kadro yapısı ile rakiplerini hataya zorlayan bir oyun oynarken ileride kazandığı toplarla kolay gole giden bir takım oldu.
Hızlı hücuma yatkın oyuncu karakteri kolayca rakip kalenin içinde çoğalırken gol vuruşu yapacak etkili ayaklar da her zaman bulunması gereken noktada olmayı becerdi.
İBB’nin 10 kişi bu Galatasaray’a direnmesi mümkün değildi.
Galatasaray’ın kadrosunun içinde Keita sağ kanatta Kazım’ın yerine oynuyor olsaydı bambaşka bir takım izleme şansımız da olurdu.
Galatasaray sadece sağ değil, sol kanat sorunu da yaşıyor.
Karşılamanın 37. dakikasına kadar büyük bir ihtimalle Oktay Mahmudi bu karşılamayı kaybedebileceğini aklının ucundan bile geçirmiyor olmalıydı. O dakikaya kadar coşkulu taraftarının önünde Fenerbahçe Ülker’i istediği tempoda tutabilmiş maç boyunca da skoru önde götürmüştü. Bir defa 11, birkaç defa da 10 sayı öne geçmeyi başarmıştı.
Pota altında Andriç’i unutan Fenerbahçe Ülker uzunlarının sayesinde üst üste çok kolay sayılar üretebilirken; dış şutlarda Lakoviç ve Shumpert ile üst üste 3 sayılık atışlarda isabet sağlayabiliyordu.
Fenerbahçe Ülker ikinci yarının hemen başında birkaç defa oyunu alıp götürecek kırılma anları yakalamış olsa da Oktay Mahmudi’nin oyuncuları buna izin vermemişti.
İsabetli şutlar sadece oyuncuların değil, taraftarın da enerjisini söndüren bir etki yaratıyordu.
Ancak; işte o dakikadan sonra Marco Tomas’ın aynı yerden bulduğu iki üç sayılık isabetli atış karşılaşmayı 76-76 dengeye getirmekle kalmadı hem Fenerbahçe Ülker’li oyunculara kazanabileceğine yönelik bir inanç aşılarken, Galatasaray Medical Park’lı oyuncuları da “her türlü şeyi denedik, yine olmayacak” stresine sokuverdi.
Aynı zamanda taraftarını tekrardan maçın havasına çekmesi
Pazar günü Kadıköy’de yapılan Fenerbahçe Mitingi üzerinden bir takım düşünceleri tartışmaya devam edelim.
Miting, Fenerbahçe’nin içinden doğmuş bir taraftar örgütlenmesinin organizasyonuydu ve bu nedenle camianın önemli isimlerini bir kenara koyarsak konuşma yapmak için kürsüye gelenler genel olarak 3 Temmuz sürecinin ön plana çıkardığı ve Fenerbahçe taraftarının arasından tribünlerden gelen kişilerdi.
Bu kişilerin ortak özelliği ise kuşkusuz tribünlerde tanınmalarına karşın teknolojinin olanaklarının yarattığı bir bilinirliğe sahip olmalarıydı. Önceki yazımda bunun nasıl bir taban hareketi olduğunun detaylarını konuşmuştuk.
Bu tabanın çok önemli olduğunu hatta 3 Temmuz’dan bu yana Fenerbahçe’yi en etkili şekilde taşıdığını sıklıkla ifade ettik.
Ancak modern zamanlarda demokratik mücadelelerin başarısındaki ölçü birçok bileşeni bir araya getirmeyi ve onları eş zamanlı olarak kullanabilmeyi sağlayarak kurulmaktadır.
Operasyonun Fenerbahçe üzerindeki en tahrip edici etkisini medya gerçekleştirdi. Aziz Yıldırım’ın evinden alındığı andan itibaren başlayan süreçte gazeteler, televizyonlar, yorumcular ve köşe yazarları tek yönlü suçlayıcı ve cezalandırıcı bir propagandaya