Beşiktaş bu sezon Avrupa’da hep iyi sonuçlar, bol gollü galibiyetler aldı. Sofya’da biraz gecikmeli ve son dakikaları gerilimli geçmesine karşın Avrupa Ligi’nde gruptan çıkmaya yetecek bir skor alabildiler.
İyi futbol var mıydı?
Aslında Beşiktaş’ın içinde bulunduğu sakatlık sorunlarını bilmiyor olsak elbette dolu dolu eleştirebilirdik. Ancak neredeyse takımın yarısından fazlasının oynaması mümkün olamayınca düşündüğümüzü uygulayamıyoruz.
Schuster hafta sonu Ali Sami Yen deplasmanında başarılı olmuş kadrosunu korumaya gayret göstermiş, muhtemelen Pazartesi günü İspanya’da oynanmış El Clasico’dan etkilenmiş olacak defansını ileri çıkartarak daha dar bir alanda oynama düşüncesindeydi. Defans ileri çıkınca ilk yarıda sezon başından beri özellikle Avrupa’da oynadığı maçlarda rakiplerin büyük sıkıntı çektiği ofsayt sayıları da arttı. İlk yarının son dakikaları hariç bu taktik başarıyla uygulanırken bir anlık Ersan’ın gecikmesi Beşiktaş’a pahalıya patlayabilirdi.
Futbolda duran top
Bizim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızın Avrupa’daki efsanesi Yugoslavya idi. İster istemez de ülkemizdeki birçok kişinin sempatisini kazanmıştı. Genç yaşta bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiş olan Drazen Petroviç’i unutmak ya da hatırlamamak mümkün müdür? O yıllarda basketbolumuzun bugünkü seviyeye geleceği yönünde bir konu konuşuluyor olsaydı herhalde gülüp geçerdik. Nasıl futbolumuzu tartışıyorken El Clasico ile karşılaştırdığımızda bunun bambaşka bir şey olduğunu söylüyor ve ülkemizdekini yanına bile yaklaştıramıyorsak, aynısıydı.
Yıllardır Efes Pilsen’in yapmaya çalıştığı, dört yıl sonra Fenerbahçe Ülker’in geldiği Euroleague seviyesi basketbol izleyicisini fazlasıyla tatmin ediyor olmalıdır.
Fenerbahçe’nin dün akşam 30 sayı fark yaparak potasına 100 sayı bıraktığı takım bir zamanlar yanına bile yaklaşmaya çekindiğimiz, Drazen Petroviç’in eski takımı Cibona Zagreb’ti.
İster istemez geçmişle bugünü kıyaslama ihtiyacı duyuyoruz çünkü
Avrupa’nın en önemli futbol olaylarından bir tanesi İspanya’da oynandı. Son yıllarda Barcelona-Real Madrid eşleşmeleri görsellik, seyir zevki ve keyfi bakımından futbolseverleri fazlasıyla doyuma ulaştırıyor. Ortaya koyulan futbol sadece ülkemizde değil kuşkusuz bir ikisi hariç Avrupa’nın geri kalanı için de ulaşılması veya aşılması çok zor bir üst çıtadır.
El Clasico’yu izlerken Barcelona’nın ortaya koyduğu futbolun ülkemizde yapılan sistem, diziliş ve taktik sorunlarını veya kaygılarını hiç de takmadığını gördük. Hemen herkes durmadan yer değiştiriyor, sürekli paslaşıyordu. Belli bir şablona benzetmek kolay değildi. Ofans bölgesinde 3+3 futbolcu birbirlerine çok yakın dururken, defansın sağında ve solunda oynayanlar da bu altılıyı geriden destekliyordu. Top rakipteyken takım halinde topun arkasına geçerken bazen hücum yapan oyuncunun etrafında bir anda üçer futbolcu bulunuyordu.
Real Madrid’in adı kuşkusuz ekstra bir motivasyon kaynağıyken bu futbolcuların İspanya milli takımında da aynı futbolu oynadıklarını anımsıyorduk. Bir fazlası
Pazar akşamı Mecidiyeköy’de oynanan ve ligin orta sıralarını ilgilendiren İstanbul derbisinde futbolun kalitesi vasatın altında kalınca klasmanın üst sıralarında kendilerine yer bulmuş biri geçen sezonun şampiyonu, diğeri potansiyel adayı iki Anadolu takımının nasıl bir futbol sergileyeceği ciddi bir merak konusuydu.
Ligin en az gol yiyen, en az yenilen ve liderin hemen ardından yine en çok puanı toplayan iki takımıydı; Bursaspor ile Kayserispor.
Bu maçı izlerken yaz aylarında İstanbul’da ABD ile oynadığımız Dünya Basketbol Şampiyonası maçını hatırladım nedense; Amerikalı oyuncular bizim ekstra gayretlerimizle yapmaya çalıştığımız savunmayı 24 saniyelik hücum süresi içinde çok hızlı pas trafiği ile kolayca aşmış, her durumda bir oyuncusunu boşa çıkarmış; Kevin Durant, o da yüksek isabet yüzdesiyle takımımızın direncini kırmıştı.
Bursaspor-Kayserispor karşılaşması öylesine ağır çekimde oynanıyordu ki zihin oradan oraya sürükleniyordu. Bir sonraki hatırlama Bursaspor’un geçen hafta İspanya’da aldığı bol gollü yenilgi ve İspanyol basının
Geçen sene Galatasaray yönetiminin uğruna Kayserispor’la ilişkilerini kopardığı Ali Turan maçın ve takımının bu sezon kaderini tayin eden futbolcu oldu. Bu cümle abartılı gelebilir; 16 puanlık farkın nedeni kuşkusuz Ali Turan değildir ancak bu futbolcunun 8. dakikada yaptığı akıldışı hareket belki de bütün Galatasaray yönetiminin birkaç yıldır içinde bulunduğu yanlışları çırılçıplak gözler önüne seren bir sonuçtu.
Bu Ali Sami Yen sahnesinin perdesinin kapandığı son gösteriydi.
Derbi ile ilgili analizi yazarken Galatasaray’ın tarihi mirasından ve onu güçlü kılan aktörlerinden söz etmiştik. Turgay Şeren’in yazısı çok önemli mesajlar taşıyordu ve böylesi zamanlarda bir motivasyon aracı da olabilirdi. Ancak şu maçı izledikten sonra şöyle bir sonuç çıkarabiliyoruz ki Galatasaray yönetimi ne bu takımı ne de kulübü taşıma kuvvetine ve iradesine sahip gözükmüyor.
Rijkaard’ı gönderip, Hagi’yi takımın başına getirmekle bir anlamda zor zamanlarda yapılması gereken
Fenerbahçe’nin son yıllarda İstanbul’da oynadığı en zor deplasman sayılan İstanbul Büyükşehir Belediye’den üç puan alması sanırım Aykut Kocaman’ın hesabına yazılacak pozitif notlardan bir tanesi olacaktır.
Bu karşılaşmanın üzerine konuşulması gereken önemli ayrıntıları olduğunu düşünüyorum.
Bu sezon maçlar 45 dakika oynanıyor olsaydı, Fenerbahçe uzak ara ligi lider götürüyor olacaktı. Önceki hafta Gaziantepspor karşısında ilk yarıyı iyi oyun ve mücadele sonucu 1-0 önde bitirmişti. Ancak maçın özellikle 60. dakikasından itibaren oyundan düşmüş ve üç puanı rakibine teslim etmişti. Geçen hafta alınan 5-2’lik galibiyetin geri planında da böylesi bir düşüş vardı ve Bucaspor ikinci yarının hemen başında üst üste gol pozisyonları üretmiş Fenerbahçe de 55. dakikadan sonra resmen fişi çekilmiş gibi durmuştu.
Birçok Fenerbahçeli bu maçta ikinci gol gelmediği takdirde kazanamayacaklarına inanıyordu. Oyunun genel havası da ikinci yarı buna uygun bir atmosferde
Galatasaray 17 puan ile ligin 10. sırasındayken; Beşiktaş ise 21 puan ile 6. sırada. Lider Trabzonspor’un 30 puanı olduğuna göre her iki takımın da zirveden epeyce kopmuş olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bu karşılaşma ligin ikinci yarısında oynanıyor olsaydı sadece Beşiktaş’ın UEFA Ligi’ne katılması bakımından bir önem taşırdı.
Pazar günü oynanacak bu derbi de ligin sıralamasında çok büyük değişiklikler yapmayacak. Ancak sonuç her iki takımın içindeki dengeleri temelinden sarsabilir.
Galatasaray’ın kendi saha ve taraftarı önünde alacağı bir yenilgi ile ortada ne bir yönetim kalır ne de futbol takımı. Bu hava biraz da Fenerbahçe maçı öncesindeki durumu andırıyor. Ancak o günkü şartlar daha farklıydı. Türkiye’de hemen herkes kendini çok farklı bir sonuca alıştırdığı gibi olası bir yenilgiyi doğal da karşılıyordu. Oysa bugün Galatasaray Beşiktaş’ı yenmek için sahaya çıkacak ve camia buna kilitlenmiş gözüküyor.
Dün Turgay Şeren’in Arda için yazdığı yazı özünde çok derin
Futbolumuz Çarşamba-Pazar trafiğine bir türlü uyum göstermiyor. Önceki gece Bursaspor’un İspanya’da aldığı ağır yenilgi pek hazmedilecek türden değildi. Ayrıca bu ne bir ilk ne de sondur. Galatasaray’ın UEFA Şampiyonluğuna giden yolun başında 20 Ekim 1999 günü Şampiyonlar Ligi maçında Chelsea’den aldığı 5-0’lık yenilgi olduğunu unutmamak gerekiyor.
Kuşkusuz bu arkasına sığınılacak ve anlayışla karşılanacak bir bahane olamaz.
Burada merkezde duran aktörün kariyerinde iki sene önce Liverpool karşısında alınmış 8-0’lık tarihi hezimetin bulunması işin özüne değil de görüntüde olana odaklanmaya neden olabilir. Ertuğrul Sağlam da buna o kadar inanmış ki Fatih Terim’in ayak izlerine basarak başarısızlığın sorumluluğunu üstleniyor.
Trabzonspor, Galatasaray ve Fenerbahçe sezona Avrupa’da büyük bir başarısızlık yaşayarak başladılar. Milli takımımızın durumunu neresinden konuşmalı gerçekten çok zor bir fenomen. Avrupa’da ve ligde iyi sonuçlar alarak ciddi bir favori konumuna gelen Beşiktaş’ın son hali