Beşiktaş’ta işler hiç iyi gitmiyor. Sürekli bir düşüş var; bunun bünyenin dağılmasına dönüşmesi ise an meselesidir. Şampiyon olduğu sene dâhil olmak üzere bu durum Beşiktaş’ın yüzüncü yıl şampiyonluğunu kazandığı yıldan sonra o olaylı şekilde kaybettiği sezondan bu yana hep aynı periyotta tekrarlanıyor. Bu dönemde teknik adamlar işlerini kaybediyor, yeni kurtarıcılar aranıyor.
Del Bosque, Rıza Çalımbay, Tigana, Ertuğrul Sağlam hep aynı periyotta işlerini kaybettiler; Mustafa Denizli adını saydığımız teknik adamlar kadar hak etmiş olsa da bir önceki sene şampiyon olmuş olmanın ve Türkiye’deki ağırlığının etkisiyle yerini korudu.
Schuster, çok değişik bir kişilik; futbolculuğu ne kadar sorunluysa teknik adamlığı da öyle devam ediyor. Real Madrid’in başından ayrılma sürecinin nasıl bir çekişmeden kaynaklandığını biliyoruz. Schuster aslında bizim ülkemize hiç de uymayacak bir teknik adam; kötü olduğu için söylemiyorum, tam aksine dobra ve inandığı gibi yaşamaya çalıştığı için dünyamıza fazlasıyla ters
Bir hafta önce Euroleague şampiyonunu devirmiş. Son üç karşılaşmasında gösterdiği üstün performansla bu maçın mutlak favorisi olduğunu taraftarına da inandırmış. Salon ağzına kadar dolmuş, biletler günler öncesinden tükenmiş. Demek ki başarının ciddi bir manyetik etkisi var; taraftarı salona çekiyor. Geçen sene bin kişiyi bir araya toplamak mümkün değilken 15 bin kişi basketbol izlemek, Fenerbahçe’yi desteklemek için Sinan Erdem’e hücum etmiş. Bu bir basketbol mücadelesi için çok büyük bir olay.
Rakip İtalya’nın son beş yılına damgasını vurmuş, Euroleague’in en önemli takımlarından; Montepaschi Siena.
Ancak İtalyan devi de biliyor; Fenerbahçe geçen sene çıtır çıtır yediği takıma hiç benzemiyor. Bir kere insanı canından bezdiren bir savunması var.
Ömer Onan gibi basketbolu sadece becerisiyle, aklıyla, takım oyunu, mücadelesiyle değil, her şeyden önemlisi “yüreğiyle” oynayan abartmıyorum şu an Avrupa’da bir benzeri olmayan bir oyuncuya sahip.
Mirsad Türkcan
Bir takımı bir araya getiren farklı özelliklerdeki futbolcular aynı zamanda bu bileşimin kimyasını da oluştururlar. Bu nedenle hangi futbolcudan ne kadar ve ne oranda olması gerekliği çok önemli bir maddi fenomendir.
Dün akşam Ankara’daki kupa maçına yepyeni bir kimya oluşturmuş bir şekilde çıktı Fenerbahçe sahaya. Kuşkusuz bu biraz da göle maya çalmaya benziyordu.
Ancak hiçbir şey yoktan var olmadığı gibi bir anda da var olamıyordu.
Nasıl Fenerbahçe’nin ligdeki kadrosu uzun ve zahmetli bir süreçten sonra belli bir kıvama gelmişse kupadakinin de epey maç oynaması gerekiyordu. Buna zaman var mıdır, orası ayrı ve taraftarın sinirini bozan trajik bir konudur. Fenerbahçe’nin 29 yıllık kupa hasretinin bir lanete dönüştüğünü son beş senedir artık açıklıkla tartışıyoruz. Böylesi bir ortamda elbette bir teknik adamın takımına güvenmesi önemli bir şeydir ancak laboratuara girip deney yapmaya bambaşka zaman ve mekan sorunudur.
1.Semih neden nöbetçi golcü diye anılıyor?
Yazılarımı yakından takip etmiş olanlar
Guti’nin transferinin kesinleştiği günlerde burada bir başlık atmış, benzetmede bulunmuş; Beşiktaş’ın Fenerbahçelileşmeye başlamış olduğunu konuşmuştuk. Burada asıl vurgu Beşiktaş’ın transfer stratejisi üzerineydi ancak bunun takımın genel karakterine yansıyacağı ile ilgili yorumu ertelemiş, sezonun genel seyrini beklemeyi tercih etmiştik.
Beşiktaş, alt sıralarda bulunan ve lige tutunmaya çalışan takımlara puanlar dağıtmaya devam ediyor. Geçen hafta Sivasspor karşısında nasıl bir galibiyet alındığı ortadadır. Bu karşılaşmada da Kasımpaşa iki puanı kaybeden taraf oldu. Maçın başından sonuna kadar oyunun bütün kontrolünü ellerinde bulundurdular; kalecilerini saymazsak topu hiç şişirmeden, geçen seneyi andıran bir futbol oynamayı tercih ettiler.
Sezonun 11. haftası tamamlandı. Demek ki ortada kazanılması gereken 33 puan var; Beşiktaş’ın 17 puan toplayabildiği göz önünde bulundurulursa 16 puan kaybetmiş olduğunu matematiksel olarak görüyoruz. Bunun karşılığı da %50’lik bir performanstır. Şampiyonluk mücadelesi yapan takımlar iki maçtan birini kazanma
Bilindiği gibi Alex, Makedonyalı büyük kumandan Alexander yani bizim bildiğimiz şekliyle Büyük İskender isminin kısaltılmasıdır. Eskişehirspor karşısındaki oyunu ile Alex sahadaki büyük bir kumandanı andırıyordu. Özellikle karşılaşma 1-1’e geldiği dakikada, Gökhan Gönül’e attığı milimetrik ara pası, geçen hafta Guti’nin İbrahim Üzülmez’e verdiği pasla yarışacak kadar kaliteliydi. O günkü yazımızın başlığına da koyduğumuz topa verilen çarpma gücü yani momentum değerinin ne kadar etkili olduğundan söz etmiştik; Gökhan Gönül’e atılan kaliteli ve hızı ayarlanmış pas Semih’e yapılacak asistin de hazırlayıcısı, habercisiydi.
Yani satrançtaki gibi ilk hamle doğruysa diğer hamleler bir anlamda zincirleme olarak doğru olur ve sonuç alınırdı.
Alex’in maç boyunca hiç düşmeyen temposu ve oyunu merkezden kontrol eden anlayışı bir anlamda maçın skoruna da yansıdı. Tam da 3-2 olmuşken tribünler gole neden olan futbolcuları Bilica’yı ıslıklamaya başlamışken, tansiyonun giderek arttığı bir sırada
Trabzonspor ligin ikinci haftasında Fenerbahçe’yi ağırladı, 3-2; sonra sıra yedinci hafta Beşiktaş’a geldi, 1-0 ve on birinci haftada üç büyüklerin son temsilcisi Galatasaray geldi Avni Aker’e, 2-0…
Üçte üç yaparak üç büyüklerden 9 puan aldı. Bu bile liderlik için hak edilmiş bir şeydir.
Ve Trabzonspor Beşiktaş serisi ile başlayan beş haftalık üç puan serisine Galatasaray’ı da ekleyerek, aynı süreçte toplamda tek galibiyet ve dört beraberlikle ciddi bir düşüş içine girmiş olan Bursaspor’dan liderliği almış oldu.
Galatasaray da Fenerbahçe ile başlayan yalancı baharını yurdumuzun girdiği pastırma yazıyla sonlandırmış, bu yenilgi ile yeni lider Trabzonspor’un 10 puan gerisine düşmüş oldu.
Hagi’nin takıma ne vereceğini ancak gelecek sene bu zamanlarda tartabileceğiz, aynen Şenol Güneş’in bugünlere getirdiği Trabzonspor’u gibi; tabii ona bir hareket alanı bırakılabilirse.
Görünen o ki Galatasaray’da değişen hiçbir şey yok. Çünkü kadro
Uluslararası arenada yakaladığımız başarı sayısı öylesine az ki standartlarımızı en küçük zorlayan bir sonuç ister istemez gündeme oturuyor. Örneğin Dünya Şampiyonası’nda ABD’nin final oynaması o ülke için sıradan, hatta kadro seçimi bakımından da üçüncü dereceden olmasına karşın, ülkemizin finale çıkması bile başlı başına bir olay haline gelebiliyor.
Uzatmayalım, Fenerbahçe Ülker’in Perşembe gecesi İspanya’da son Euroleague şampiyonunu Barcelona’yı 69-61 gibi bir skorla yenmiş olması bu bağlamda basketbolumuz açısından çok önemli bir sonuçtur. Şu bir gerçek ki bu basketbola değil de futbola ait bir başarı olmuş olsaydı muhtemelen yer yerinden oynar, oyuncular çeşitli haber bültenlerinde birinci sırada boy gösterirlerdi.
Zaten sporumuzun bu kadar istikrarsız ve tekil örneklerle başarı yakalamasının geri planında yatan şeyin kamuoyunun sadece futbola odaklanmasının büyük önemi vardır.
Bu ülkenin bir çok federasyonuna bağlı oyuncular ülkemizi yurtdışında temsil
Cuma akşamı Fenerbahçe Bursa’da puanları bırakınca ligler tarihinin başlangıcından bu yana ilk defa üç Anadolu takımının sıralamada en az iki hafta daha ilk üçü paylaşacağı kesinleşmiş oldu. Genel form çizgisine baktığımızdaysa daha uzun bir süre tablonun pek değişmeyeceğini tahmin edebiliyoruz. Hatta ligin ilk devresini bu üç takımdan bir tanesinin lider bitireceğini de rahatlıkla iddia edebiliriz.
Bursaspor ve Kayserispor bu çizgiye belli bir istikrar programını izleyerek ulaştı. Her ikisinin ortak noktası bir isimde buluşuyor: Ertuğrul Sağlam. 2005’te başına geçtiği küme düşmeye oynayan Kayserispor’u oldukça iyi bir noktaya getirdikten sonra Beşiktaş’ın teklifini kabul etmeyip yoluna devam etmiş olsaydı muhtemelen Bursaspor’la yakaladığı başarıya birkaç sene önce ulaşabilirdi.
Ancak belki de başarısız sonuçlanmış Beşiktaş tecrübesi bir anlamda hem Kayserispor hem de Bursaspor için bir şans yolunu açtı. Bir zamanlar küme düşme hattından kurtulamayan hatta asansör takım haline gelen Kayserispor ligimizin