Mancini’nin kadro değişikliklerinin kendisine hatırlatılması üzerine “akıllı sorular sorun” şeklindeki cevabı medyamızda “aptal sorular sorma” şeklinde karşılığını bulunca hemen refleks mekanizması çalıştı.
“Mancini bize nasıl aptal diyebilir? Kendisine baksın.”
Çünkü herşeyi çok iyi biliyoruz. Hatta en doğrusunu...
Türkiye’de soru sorma sorunu olduğunu düşünenlerdenim. Doğru soruyu soramadığımız için aslında düşünme faaliyetinin de hakkını veremediğimize inanıyorum.
Soru sorma eylemi bizde aslında gövde gösterisidir. Amaç soru sormaktan çok kendi düşüncesini ortaya koymak hatta soru sorulan kişiye karşı “bak aslında ben senden çok daha iyi düşünüyorum ve donanımlıyım, orada olmayı ben hak ediyorum” duruşu sergilemektir.
Bu şekilde kalabalığa, çevreye “ne kadar iyi biliyorum” mesajı verilir.
Hepimizin bir görüşü, düşüncesi, dünya algısı ve buna bağlı da pratiği, eylemi vardır. Ancak herbirimiz başka formasyonlar altında bir yerledeyiz.
Örneğin Hıncal Uluç Türkiye’de hemen herşeyin en doğrusunu bildiğine inanır. Sadece o inanmaz, ona mikrofon uzatanlar, yorum isteyenler de öyle düşünürler büyük bir ihtimalle. Bu nedenle de “Mancini hele bana bir cevap versin!” şekl
Yıllardır aynı rutin tekrar ettiği için ligin son haftasına kadar zirvede bir kopuş olmaz, ilk iki gün puan kaybeden rakiplerine destek olurcasına Fenerbahçe de puanlar kaybederek işini zora sokardı.
Bu sezon ise çok farklı bir karakterde, işini çok daha önemseyen, diğerlerini ne yaptığı ile ilgilenmeden kendi maçlarına konsantre olan bir Fenerbahçe izliyoruz.
Öyle olunca da en yakın rakipleriyle olan puan farkı 2x13=26 gibi kapanması çok zor bir sayıya ulaşıyor.
Karabükspor maçını saymazsak genel çizgisini hiç bozmayan, kazanmaya odaklanmış bir takım oldu Fenerbahçe; bu nedenle kalan maç sayısı ile aradaki puan farkına dair bir yorum yapmak bile anlamsızlaşıyor. Çünkü belli ki bu oyuncular son ana ve karşılaşmaya kadar işini aynı kararlılıkla yapmayı sürdüreceklerdir.
Zaten bu güven duygusu olmasa fark dörde indiğinde Ersun Yanal “farkı yeniden açacağız” diyemezdi.
Kestirmeden geçen sene ile ilgili bir şey söylemek istiyorum; eğer Emenike kadroda olsaydı bu takım ligde de UEFA’da da finale kadar giderdi.
Son yıllardaki en etkili ve sonucu değiştirebilen forvet hattına sahip Fenerbahçe; Emenike, Sow ve Kuyt+Webo rakiplerinin en küçük açığını golle cezalandıracak
“Hak ve adaletin” sarsılmaz bekçisi UEFA’nın Başkanı ve Genel Sekreteri önceki gün ve dün “Fenerbahçe’nin UEFA’daki dosyasının kapandığını” belirten açıklamalarıyla son bir kıvırma manevrası yaptılar.
Kuşkusuz nereden ‘bulaştıklarına’ bin pişman oldukları bu kirli süreçten bir an önce kurtulmak istiyorlar.
Herşeyin farkına vardılar ancak artık çok geç!
Fenerbahçe tarafı konuyu onlar gibi görecek ve kabullenecek durumda asla değildir.
3 Temmuz’un nasıl bir kurguya ait olduğu üç seneden bu yana bütün detaylarıyla ortaya çıkmıştır. Hatta 17 Aralık bunun operasyonel yönetiminin ne şekilde yapıldığını da göstermiştir.
Sürecin bütün aktörlerinin hareket tarzları, düşünme biçimleri, organizasyon ve planlama teknikleri bakımından ortaya dökülenler, sonuçlarıyla birlikte çok çarpıcıdır.
UEFA en başından itibaren 3 Temmuz’a anlaşılması çok kolay olmayacak bir şekilde kasıtlı taraf bakmıştır.
“Şike” kavramının kendisine odaklanmış; bununla mücadelenin yolu olarak da sanki Fenerbahçe’yi kullanmıştır.
Mancini geldiği gün boynuna doladığı sarı kırmızı kaşkol ve hava durumuna göre giydiği Galatasaray montuyla ilk günden itibaren kulübü ve camiayı kabullendiğini, sahiplendiğini ve bütünleştiğini gösterdi.
Bu önemliydi; çünkü belki kimsenin dikkatini çekmedi ancak her maç ayrı bir giyim tarzı, kaban, montu ile sanki defileye çıkan Fatih Terim’e göre Mancini çok daha sportif duruyordu saha kenarında. Bunu söylerken asla fiziksel özelliklerini kıyaslamaya çalışmıyorum.
Dün maç sırasında taraftarın kendisi için “istifa” talebini duyan Mancini’nin montunu çıkarma görüntüsü bu bakış ve değerlendirme ölçüsü içinde çok önemli bir ayrıntıydı.
Mancini elbette bir profesyonel; para için bu mesleği yapıyor. Ancak her iş kolunun bir taraftan para ilişkisi varken diğer taraftan da duygusal anlamda bir değere sahip olmalıdır.
Takım kurgusu bu duyguların bir araya gelerek büyümesi ve sinerji yaratmasıyla oluşturulur.
Takım oyunlarında bu bütünlük çok önemlidir.
Sadece takım oyunu mu, toplumsal anlamda da karşılığı vardır.
Çok anlamlı bir söz bir bankanın reklam şarkısına konu olmuştu.
“Sonunda iyiler mutlaka kazanır” diyordu; güzel de bestelenmiş müziğin eşliğinde…
Fenerbahçe üç senelik haklı mücadelesini çok önemli bir yere taşımış durumda; bir taraftan kamuoyunun vicdanında haksızlığa uğradığını göstererek aklanır ve ondan esirgenen adaleti çok büyük bir kitlenin desteği ile tekrar tekrar talep ederken, sportif anlamda da rakiplerine büyük puan farkları atarak mutlu sona doğru emin adımlarla ilerliyor.
Fenerbahçe, adaletini de kendi eliyle yakan bir fenere dönüşüyor.
Bir ay öncesinde Caddeleri dolduran kalabalıklar, Pazar günü Ankara’da anlamlı bir buluşmayı gerçekleştirirken tek bir şeyle hareket ediyorlardı; haklı olduklarının sarsılmaz duygusuyla, inancıyla…
Öyle olduğu için de ta Gaziantep’te sadece kadınlara izin verilmiş gösteride dahi binlerce Fenerbahçeli kadın, çocuk tribünlerdeki yerini kimseden bir davet beklemeksizin rakip bayan taraftarların da arasına karışarak alıyordu.
Ne demiştik üç sene önce; eğer kadınları ikna edemezseniz savunduğunuz şeyin doğruluğunu asla ispat edemezsiniz!
Bir başka ifadeyle eğer kadınlar bir davaya gönülden inanıyorsa oradaki gerçek kadınla
Geçen hafta “Beşiktaş’ın zirveye ortak olacağını” yazarken hakemin de yardımlarıyla kaybedilmiş iki puan ancak görünen bir şey vardı; Beşiktaş takım halinde iyi ve derli toplu bir futbol oynuyordu.
Takım halinde vurgusu önemlidir çünkü Beşiktaş’ta Fernandes’in de kadro dışı kalmasıyla birlikte oyunu domine edecek, alıp tek başına götürecek bir yıldız oyuncusu bulunmuyor. Bunun hem avantaj hem de zaman zaman tıkanmaya neden olduğunu söyleyebiliriz.
Kazandıran oyuncu kuşkusuz fark yaratıyor.
Ancak total anlamda bütün bileşenleriyle etkili futbol oynayan bir takım izlemek için de Beşiktaş gibi takım kurgusuna ihtiyaç duyuyoruz.
Beşiktaş özellikle tekrar edilen Kasımpaşa maçından itibaren sürekli artan form grafiği ile mücadele ediyor.
Akhisar’la ilgili iki hafta önce Galatasaray maçı sonrasında konuştuklarımız kısmen bu karşılaşma için de geçerlidir.
Beşiktaş kanat ataklarını daha fazla kullansa, ceza sahasına çizgiye inerek toplar çıkarsa Hamza Hamzaoğlu’nun öğrencileri bir İstanbul deplasmanından da 6 gollü bir yenilgi ile ayrılırdı.
Veya,
Galatasaray’ın Chelsea’ye yenilmesiyle birlikte en kolay yol olan teknik adam üzerinden tartışmaya başladık.
Türkiye’nin spor paradigmasına ait gerçeği budur.
Öyle olduğu için bugün Türkiye’de bir Yılmaz Vural fenomeni vardır; onun açtığı yoldan ilerleyen de onlarca teknik adamımız bulunuyor.
Venglos, Hiddink, Löw, Toshack, Rijkaard, Halilhodzic, Doll, Zeman, Tigana, Schuster, Del Bosque ve şimdi de Mancini...
Bu saydığımız teknik adamların hepsinin bir tarzı, futbol felsefesi, anlayışı, oyun karakteri vardı. Ancak kendilerini ne anlamaya çalıştık ne de çalışmaları için uygun bir ortam, fırsat yaratabildik.
Hiç mi olumlu örnek yok?
Derwall, Piontek, Milne, Parreira ülkemizde sadece çalışmakla kalmamışlar peşlerinden de bir miras bırakarak görevlerini yapmışlardır.
Beşiktaş eğer Milne’e biraz sabır gösterebilmiş olsa, spor dünyamıza egemen olan popülizmin peşinden koşmasa muhtemelen İngiliz hocadan ve Beşiktaş'tan bugün çok farklı şekillerde söz ediyor olurduk. Ancak yine de çalıştığı süre boyunca Beşiktaşla yakaladığı başarı unutulmazdır.
Futbol disiplin talimatına göre;
“Stadyumlarda topluluk halinde söz veya hareketlerle ya da benzeri araçlar ile aşağılayıcı, tahrik veya taciz edici nitelikte tezahüratta bulunulması, devamlılık kıstası uygulanmaksızın yasaktır.”
Anılan yasağın ilk üç ihlali durumunda para, dördüncü ve altıncı ihlallerinde birer, yedi ve üzerinde de takıma ikişer maç seyircisiz oynama cezası verilmektedir.
Kötü söz nedir, nerede ve kimler tarafından ifade edilir bunun tartışalacağı yerin stadyumlardan önce başka platformlar olduğunu düşünenlerdenim.
Geçen sezon Eskişehirspor-Fenerbahçe karşılaşmasında Fenerbahçeli futbolcu Caner Erkin’in hakeme “lan” dediği için Fırat Aydınus tarafından ihraç edilmesi sahaların kenar yönetimi anlamında en sakin ve huzurlu kişilerinden Aykut Kocaman’ın bile tepkisini çekmişti.
Bir takım muhterem kişiler Aykut Kocaman’ın sahaya girişini ve gözleri yaşararak tepkisini dile getirmesini bile bu formel zeka ölçüsüyle ile değerledirip yorum yaptılar.
“lan” dedi diye bir oyuncu oyundan atılmalı mıdır tartışması bir yana bir gün sonra Eskişehirsporlu oyuncu Veysel Sarı’nın gelen itirafı haksızlığın boyutunu daha da büyüttü.