Öğretim yılının son günleri, okullarda olduğu kadar evlerde de sancılı geçiyor. Karne gerginliği daha şimdiden milyonlarca aileyi tedirgin ediyor. Kimileri çocuklarının yıl kaybetmesinden endişe duyuyor, kimileri yaz tatillerinin zehir olacağını söylüyor, kimileri de belge alma durumuna gelen 16-17 yaşındaki çocuklarının sokağa itilmesinin yanlışlığından dem vuruyor.
Eğer söz konusu olan eğitim ise elbette bir ölçme değerlendirme sistemi olacak ve başarılı öğrenciler sınıf geçerken, başarısızlar en azından bütünleme sınavına kalacaklar. Bu, dünyanın her yerinde böyle.
Lise sona kadar sınıfta kalmanın olmadığı ülkeler yok mu? Elbette var. Ama o sistemlerde başarılı olan ile başarısızlar hiçbir zaman aynı kefeye konmuyor. Örneğin üniversiteye gidişte not ortalaması iyi olanlar vize alıyor. Lise yıllarını lay lay lom ile geçirenler avucunu yalıyor. En önemlisi de böylesi durumlarda hiç kimse, hiç kimseye kabahat bulmuyor, suçlamıyor ya da mahkemenin yolunu tutmuyor. Çünkü ülkenin her yerinde çok önceden açıklanan objektif kriterler var ve farklı uygulamalar söz konusu değil. Dolayısıyla falanca okulda 5 dersten kalan bir üst sınıfa geçiyor da, bizim okulda 2 dersten kalan niye sınıf tekrarı yapıyor diye anlamsız tartışmalar yaşanmıyor.
Nasıl bir sınıf geçme sistemi uygulanacağı konusunda kafalar karmakarışık. Milli Eğitim Bakanlığı, hâlâ sınıf geçme yönetmeliğine son şeklini verebilmiş değil. Hangi sınıfta kaç dersten borçlu geçilebilecek, hangi dersten kaç sınav hakkı var, hâlâ netleşmedi. Durum böyle olunca da okulların öğrenciye bakış açısı da farklı oluyor.
Önceki yıllarda sınıfta kalan öğrenci sayısı bir milyonun üzerindeydi. Geçen yıl 330 binmiş. Yani üçte iki oranında azalmış. Bakanlığın hedefi, fire oranını daha da aşağıya çekmek. Peki bu iyi mi olur, kötü mü? İşte bunun ince ayarının iyi yapılması gerekir.
Eğitimin temel amacı öğrenciyi harcamak değil kazanmaktır. Dolayısıyla öğrenciyi sınıfta bırakmanın, hele hele belge vererek sistem dışına itmenin yarar getirdiğini söylemek abesle iştigal olur. Peki o halde çalışan ile çalışmayan birbirinden nasıl ayırt edilecek ve ders çalışmayan öğrenciler nasıl çalışır hale getirilecek?
İşte öğretmenlik sanatı bu noktada başlıyor. Öğretmenliği kutsal meslekler konumuna getiren de budur. Bir öğretmen olarak, en zor öğrenciyi bile alıp topluma kazandırabiliyorsanız görevinizi yerine getirmiş olursunuz. Yoksa son zamanlarda moda olduğu gibi, özel derse ve dershaneye mecbur kılıyor ya da sistem dışına itiyorsanız, asıl sınıfta kalan, öğrenci değil, öğretmen olarak sizsiniz.
Öğretmenler ya da öğretmen kurulları, bazen, sabah akşam eleştirdikleri sistemin bir piyonu haline gelebiliyor. Sistem böyle emrediyor deyip çok can yakabiliyor. Oysa sistemin baştan aşağı yanlış olduğunu en iyi kendileri biliyor. Ama yine de başka konularda duydukları kızgınlıkların acısını öğrenciden çıkarabiliyorlar. Çoğu zaman da onların tanımadığı toleransı, siyasetçiler tanıyor ki, en acı olan da bu.
Dayakla, notla, tehditle, sınıfta bırakmayla, cezayla eğitimde başarı arama dönemi çok gerilerde kaldı. Şimdi öğrenciyi kazanma dönemi. Öğrencilerine karşı acımasız olan öğretmenlerin, başkalarının kendilerine karşı çok daha toleranslı olmalarını beklemeye hakkı yoktur.
İstisnalar olsa da her öğrenci her dersten yüksek not alamaz. Ama her öğrencinin başarılı olduğu, olabileceği alanlar mutlaka vardır. Öğretmenlerin görevi de senin dersin, benim dersin demeden o ilgi ve yetenekleri keşfedip geliştirmek ve öğrencilerin önünü her koşulda açık tutabilmektir.
Mucitler Erzurum’da
Bizim Mucitler’in Doğu Anadolu finali bu gece Atatürk Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Geçen yıl çok renkli geçmişti. Bugün de sürpriz projeler var. Yani izlemeye değer...
Özetin özeti: Ülkeyi yönetenlerin hemen her konuda hataların en büyüğünü yaptığı bu dönemde, öğrencilerin masum tembelliklerinin faturası çok ağır olmamalıdır...