Karl Marx “Yabancı dil hayat mücadelesinde bir silahtır” demiş. Buna kalpten inanmış olmalı ki bütün Avrupa dillerini konuşabiliyor, okuyabiliyor, aralarından Almanca, Fransızca ve İngilizce’de de yazabiliyormuş.
Elli yaşındayken Rusça öğrenmeye karar vermiş ve yapısı daha önceden bildiği hiçbir lisana benzememesine rağmen altı ay içerisinde okuyup konuşabilecek hale gelmiş. Sevdiği şairleri, yazarları yazdıkları dilde okumayı severmiş, Rus dili eserlerini de böylelikle birer birer elden geçirmiş. Bilhassa Pushkin, Gogol ve Nikolai Shchedrin’i. Fakat daha önemlisi girişte yazdığım sözünde de dediği gibi dili kendi çıkarları doğrultusunda bir kaynak, hatta yeri geldiğinde bir silah olarak kullanmış.
Zamanın Rus hükümeti tarafından üstü kapatılan, hasır altı edilen resmi dokümanları okuyarak Batı’nın konuya vakıf tek politik iktisatçısı olmuş. Bu dokümanları ona bulanlar sadık arkadaşlarıymış.
Düşmanı tanımak için
Geçtiğimiz günlerde yabancı bir radyo kanalında Filistinli çocuklarla yapılan röportajı dinlerken ister istemez aklıma Karl Marx’ın söylediği söz geldi.
Hamas yönetiminin bu yıl başlayan eğitim programında dokuzuncu sınıf öğrencileri için İbranice ders
Şehirlerdeki sanat eserleri bir zamandan sonra insanlarda aşinalık yaratır. Bir çeşit aldırmamazlık oluşur. Hani her gün önünden geçeriz de görmemeye başlarız. İlk gördüğümüzde hayranlık duyduğumuz bir eserin varlığını bile unuturuz, bir kez daha önünde durup düşünmeyiz. Sinop’ta yaşanan tatsız olaylarla ilgili günlerdir okumadığımız, dinlemediğimiz kalmadı. Ben en çok bu güzel kentin -ki benim de küçüklüğümde bir dönem yaşamışlığım vardır ve yaşamıma dair ilk hafıza kayıtlarım bu şehre aittir- girişindeki Diyojen heykelini düşündüm.
Erdeme gölge düştü
İlk dikildiğinde de akıllara durgunluk veren tartışmalara sebep olan 5.5 metrelik bu heykelin önünde acaba Sinop halkı hiç durup düşünür mü? Acaba belki de tarihin en sıradışı karakterlerinden biri, onlarca edebiyat eserine ilham kaynağı olan bu adama bakıp ne demek istediğini hiç anlamaya çalışırlar mı? Sonuç itibariyle bir sanat eseri sadece bir yerde dursun diye konmaz, biraz olsun insanları düşünmeye teşvik etmesi hedeflenir.
Sinop’ta doğmuş ve şimdi de her gün Sinop halkına bakan Diyojen’in elinde ne var? Bir fener. Biliyorsunuzdur ama belki unutmuşsunuzdur diye ben gene tekrarlayayım; gündüz vakti elinde fenerle
Çocukken bir köyümüz olmadığı için çok üzülürdüm. Nüfus cüzdanımızda mahalle vardı, köy yoktu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde tayin ola ola gezdiğimiz yıllarda arkadaşlar arasında köylerden konuşulurken bir eksiklik hissederdim. Kendi köylerini pek bir ballandırarak anlatırlardı. Benim İzmir’de Aksoy diye bir mahallem vardı. 1768 sokağım, hepsi bu. Belki bu yüzden çok erken yaşta köy edebiyatına da bir ilgi duymaya başladım.
Evde bulup okuduğum üç cilt Toprak Acıkınca’yı (Erol Toy) o zaman, çocuk aklımla ne kadar anladım bilmiyorum, ama bana bir kapı açtı ve devamı geldi. Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Necati Cumalı, Kemal Tahir. Kemal Tahir romanlarıyla Çorum’da tanıştım.
Tayinimiz çıkmıştı, yeni arkadaşlar edinmiştim, böylelikle Yediçınar Yaylası ve Köyün Kamburu’nu elime aldım. Maalesef nedense halen üçlemeyi tamamlamış değilim. Sadece romanlar mı, ilkokul ve ortaokul çağlarımda bilhassa Yıldız Kenter’in oynadığı köy filmlerine de meraklıydım. Zaten çoğu romanlardan uyarlanmıştı. Hafta sonları, çok güzel havalarda bütün arkadaşlarım dışarıda oynarken saatlerce o filmleri seyrettiğimi hatırlıyorum. Her bir karesini hafızama kaydetmişim.
Sinema değil ki kapayasın
Dola
Bilmiyorum halen devam ediyor mu, eskiden kadınların genelde ayda bir ya da iki toplandığı kısırlı, börekli, patates salatalı günler vardı. Bu günlerde önce hoş beş edilir, sonra müzik konulur ve kadınlar birer ikişer kalkıp oynamaya başlarlardı. Kan ter içinde kalana kadar göbek atarlar, eve yorgun argın ama mutlu dönerlerdi. Zira başka bir yerde asla yapamayacakları, öyle kadınlı erkekli eğlencelerde, yemeklerde olmayacak bir şeyi yaparlardı, gönüllerince dans ederlerdi.
Neden? Topluluk içinde gönlünce dans eden kadın hoş karşılanmaz. Hoş erkek de karşılanmaz da aynı şey değil, kadına bir başka gözle bakılır. Edebiyle adabıyla eşiyle biraz pistte döner, karşılıklı parmaklarını şaklatır, sonra da “Ay çok yoruldum” diyerek yerine oturur. Biraz fazla kalacak olsa bir bakışla kendine getirilir. Geçtiğimiz yıl nisan ayında Milas’a gitmiştik. Kaldığımız otelin restoranında -ki yemek yenilebilecek tek yer orasıydı- folklor derneği gecesi vardı. Çeşitli danslar edildi, fakat baktım da profesyonel dans bitip de sahne amatörlere kaldığında hep erkekler oynadı, kadınlar oturmayı tercih etti.
Nizama hayır!
Bu sadece Türkiye’de böyle değil. En medeni dediğiniz bazı ülkelerde
Byron Reeves ve Clifford Nass adlı iki iletişim uzmanı yaptıkları bazı psikolojik çalışmaların sonucunda insanların bilgisayarlarına, televizyonlarına ve bunun dışındaki sosyal medyaya erişim sağlayan araç gereçlerine gerçek insan ve mekan muamelesi yaptıkları sonucuna ulaşmışlar. Hatta insanlar bilgisayarlarına başka insanlara karşı olduklarından çok daha kibar davranıyorlarmış.
Hani bazı bilgisayarların sesi de var, konuşuyor. Bu ses kadın sesiyse iyice kibarlaşıyormuşuz, erkek sesiyse, eh, o kadar değil. Kendimi düşündüm, kesinlikle doğru. Etrafımda bilgisayarla geç tanışmışlara her zaman ilk tavsiyem sabırlı olmaları, bilgisayara açılması, kendine gelmesi ve sonrasında da kapanması için zaman tanımaları gerektiğini söylemek olmuştur.
Ve bir bakarsınız dünyanın en telaşlısı zannettiğiniz adam kuzu gibi olmuş. Ha, yeri geliyor elimizdekini parçalamak, ekranı klavyesinden ayırmak, yerlere çalmak istemiyor muyuz, istiyoruz, ama adeta karşımızda psikolojisi bozulabilecek bir çocuk varmışçasına bunu fark ettirmemeye çalışıyoruz.
Telefonumuz, yahut tabletlerimiz için de aynı şey geçerli. Belki kadın erkek ilişkilerinde bu kadar kaprise yer kalmamıştır. Kendimiz doktora
On yaşımdayken babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Afyon’un Işıklar köyünde 13 yaşında evlendirilen Şerife diye bir kızın düğününe gitmiştim. Hayatımın geri kalanında bir daha hiç görmediğim Şerife’nin yüzü bugün hâlâ gözümün önündedir. Mutlu muydu mutsuz muydu bilmiyorum. Tek bildiğim, yanakları al aldı, herhalde heyecanlıydı. Belki de utanıyordu. Beni köye götüren Nurten Abla’ya “Neden bu kadar erken evleniyor?” diye sormuştum, “E, artık kadın oldu” demiş ve bunun ne manaya geldiğini açıklamıştı. Beni ise o günden itibaren bir korku almıştı, ya beni de ailem o yaşlarda evlendirirse diye. Kâbusum birkaç yıl sonra babamın beni bir adama inek karşılığında vermeyecek biri olduğunu anladığımda sona erdi, fakat o zaman bu zamandır her türlü zorla/erken evlendirme haberine karşı hassas oldum.
Evlenmek istemiyor
Güller O.’nun babası onu bir inek karşılığında evlendirmek istediği için önce halasının yanına kaçtığını, sonra babasının tehditleri devam edince Aile Mahkemesi’ne başvurduğunu ve Ankara 11. Aile Mahkemesi’nin babanın eve yaklaşmasını yasaklamakla kalmayıp bir de o babanın bir sağlık kuruluşunda tedavi olması kararı verdiğini okumuşsunuzdur. Bu örnek mahkeme
Geçtiğimiz hafta Timbuktu’yu İslamcı gruplardan geri almak için harekete geçen Mali ve Fransız askerleri bölgeyi sorunsuz geri aldılar. Fakat onlar kente girdiklerinde geri çekilmiş olan isyancılar öyle sessiz sedasız gitmemişler, kent için kıymetli olanı yakma girişiminde bulunmuşlardı. Aslında Ahmed Baba Enstitüsü’nün çalışanları temkinli davranmamış olsalardı başaracaklardı da. Bu yangından günler önce yaklaşık 28 bin tarihi değer eşek arabalarıyla şehir dışına gönderilmişti. Dolayısıyla çıkartılan yangında sadece birkaç yüz kâğıt yandı, fakat bunlar bile dijital ortamda kaydedilmişti. Timbuktu’da 11. yüzyıldan bu yana tutulmuş, kimisi ortaçağ dünyasının en mühim ilminin örneği, tıp, hukuk, astronomi ve botanik üzerine en az 100 bin tarihi elyazması var ve dünyanın en fakir on ülkesinden biri olan Mali bu eserleri gözü gibi koruyor.
Louvre’dan kaçırılanlar
Buna çok benzer bir olay Nazi Almanyası’nın Fransa’yı işgali sırasında da yaşanmıştı. Louvre Müzesi’nde kütüphane görevlisi olarak çalışmakta olan Rose Valland, Almanca bildiğini saklayarak işgal süresince hangi Nazi subaylarının hangi eserleri müzeden alıp kendi koleksiyonlarına kattıklarını dinlemiş ve
1800’lü yıllarda Fransa’da bir yayınevi sahibi olan Jean-Adolphe Decourdemanche Türkçeden pek çok eseri Fransızcaya çevirterek yayımlamış. Kendisi hakkında oryantalist deniyor, belli ki bizim coğrafyanın kültürüne meraklıymış. Bilhassa dönemin popüler konularıyla ilgilenmiş. Masallarımız, çeşit çeşit atasözlerimiz ve Nasrettin Hoca hikâyelerimiz. Aslında bütün bu başlıklarda onun ilgisini çeken kadın temasıymış. Batı’nın Osmanlı haremine duyduğu merakı çok iyi bildiğinden bunu nasıl nakde dönüştürebileceğini düşünüp böyle bir yola başvurmuş. İşte böyle bir zihniyetten yola çıkarak Osmanlı döneminde toplatılan ilk kitap unvanını almış olan Zenanname’yi de Fransızcaya çevirerek Batılı okura sunmuş.
Uydurma hikâyeler
Zenanname’nin (Kadınlar Kitabı) eşcinselliğiyle övünen yazarı Enderunlu Fazıl Bey kitapta haremdeki her tür kadından bahsetmiş. Nasıl davranırlar, nasıl konuşurlar, hamamda nasıl kavga ederler. Decourdemanche Enderunlu Fazıl’ın en iyi Türk şairlerinden biri olmadığını, fakat Batı’nın merakını sürekli kamçılamakta olan kadın mevzuunu lafı dolandırmadan anlattığı için tercih ettiğini söylemiş. Bu Batı’nın bizim haremimize olan merakının en güzel