Acaba hiç bu kadar kanıksamış mıydık ölü çocuk fotoğraflarını? Gazetelerin ilk sayfalarında görmeye en çok alıştığımız manzara oldu, sahile vurmuş çocuklar. Aylan Kürdi’de bir şok etkisi yaratmıştı, evet. Uykularımız kaçmıştı, utanmıştık üstünü örterken sıcak yataklarındaki çocuklarımızın. Resimlerini çizdik, şiirler yazdık, unuttuk. Almamız gereken dersin yanından bile geçmedik. Şimdi “Bir Aylan daha” oldu adları. Yakında flaş haber olmaktan çıkıp iç sayfalara da transfer olurlar. Vicdanımızı sızlatıp durmazlar yattıkları yerden.
En son Dikili ve Ayvalık’ta çarparken yüzümüze arkamıza yaslanarak izlediğimiz insanlık suçu, polis de İzmir’de sahte can yeleklerinin üretildiği atölyeye baskın yapmış. DHA’nın haberiydi, standartlara uygun can yelekleri 75 TL’den başlarken, denize düşen insanları öldüreceği garanti olan ucuz yelekler üretiliyor burada. Üstüne sahte markalar bastıkları yeleklerin içine normalde yalıtım, ambalaj, dolgu malzemesi olarak kullanılan petrokimya ürünleri dolduruyorlar, bunlar da suyu emip ağırlaşarak insanı suyun üstünde tutmak şöyle dursun, dibine çekiyorlar.
20-30 TL’ye gözlerini kırpmadan cinayet işliyorlar yani. Hatta ellerini de bulaştırmayıp
Efsun çok matrak ve çıkıntı bir karakter olduğundan keyifle izlediğim Kıvanç
Baruönü’nün yönettiği ‘Kocan Kadar Konuş’ filminin ikincisi olan ‘Diriliş’te biraz fazla ‘düğün altı’ olduğum için o kadar eğlenemediğimi itiraf ederek girmek istiyorum söze. İzlediyseniz (Ya da filmin uyarlandığı Şebnem Burcuoğlu’nun romanını okuduysanız) hatırlayacaksınız, en son eşten dosttan aldığı erkeği nikah masasına oturtma taktikleriyle iyice şirazeden çıkan Efsun’u (Ne mutlu ki Ezgi Mola) uçarak bir gelin buketini yakalamaya çalışırken görmüş, aralarına kara kedi giren Sinan (Murat Yıldırım), Efsun çiftini bir asansörde kafalarına anneanne terliği yemeden öpüşerek tabuları yıkmaya çalışırken bırakmıştık.
İkinci filmde hastanede buluyoruz çiftimizi. Asansör düşmüş, gençler gene mahzun, başlarında bütün sülale. Kız tarafı hâlâ acil nikah peşinde, erkek tarafı burnundan kıl aldırmıyor. Hatta devreye bir de evlere şenlik babaanne Cavide girmiş ki, herhalde her gelinin korkulu rüyası olsa gerek.
Ve fakat onu şahane Hümeyra oynadığı için filmin en keyifli yanlarından biri, aynı zamanda. Para onda, güç onda, gıcıklık dersen serveti oranında. ‘Downton Abbey’ izleyenler Maggie Smith’in
Sokakta yürürken sağınıza solunuza bakıyor musunuz hiç? Özellikle göz hizanızın altına doğru, çünkü boyları dizinize ancak yetişir... Bu soğukta, karda, kışta sokaktalar. Ya dileniyorlar, ya mendil satıyorlar, ya eteğinize yapışıyorlar. Asmalımescit’te bir grup var mesela, gecenin 1’inde 2’sinde hep dışarıdalar. Ya gidecek evleri olmadığından, ya ailelerinin ‘geçimi’ onlardan sorulduğundan.
Yaşları 7 - 8 en fazla. Kıvırcık saçlı bir kızımız var, eline yapışabildiği ‘büyük’ten Nesquik istiyor. Vicdanımızı rahatlatmak için sorduğumuz “Okula gidiyor musun?” sorusunun cevabı hep olumlu. Dersleri de iyi tabii, yok nasıl olacaktı? O zaman karşılarındakinin daha insaflı ve cömert olacağını tahmin ediyorlar herhalde içgüdüleriyle. Yoksa sokakta sabahlayan, karnını doyurmak için onun bunun eteğini çekiştiren çocuk nasıl okuyacak? Nasıl bir gelecek bekleyecek onu?
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyoloji bölümünden bir öğretim üyesi; Doç. Dr. Kezban Çelik, nüfusumuzun artması için dizilerde, kitaplarda, reklamlarda üç çocuklu ‘ideal’ aileler gösterilmesini önermiş. Özendirici olsun diye.
Ne için acaba? Biri dilenmeye çıksın, öteki mendil satsın, üçüncüsü de kırmızı ışıkta cam silsin
Diyelim ki içinden çıkamadığınız bir sorununuz var, bir türlü çare bulamıyorsunuz. Hangi yolu seçeceğinize karar vermek için ne yaparsınız?
Ya da sizi çok öfkelendiren bir şey öğrendiniz, dost bildiğiniz birinin aslında düşmanınız olduğunu, kuyunuzu kazdığını ya da ne bileyim sizi aldattığını.
Sizden saklanmış önemli bir sır da olabilir öğrendiğiniz, babanız zannettiğiniz kişi babanız değilmiş meğer mesela.
Gerçek hayatta ne sıklıkta olur bu bilemiyorum ama yerli dizilerde üç kişiden birinin babası aslında babası değil. Ve iyi ki dizilerimiz DNA testini keşfetti yoksa olaylar nasıl gelişecekti bilemiyorum. Artık mahalle aralarında, sıradan ev kadınlarının bile kapı gibi birer DNA raporu var çok şükür.
Deminki sorularıma gelince, eğer cevap olarak güvendiğiniz bir arkadaşınıza, dostunuza, aile büyüğünüze gidip dertleşme, danışma, içini dökme gibi seçeneklerden birini seçtiyseniz yanlış yoldasınız, söyleyeyim.
Sırlar açığa çıkıyor
Bu dizilerdeki karakterler de sizin benim gibi insan olduğuna göre, bu toprakların insanları her türlü derdini mezara anlatıyor. Babana mı kızdın, git annenin mezarına şikayet et. Kardeşin mi attırdı tepeni, çare gene mezarlıkta. Oraya
1977 yılında Trabzon’un Of ilçesinde başlıyor Halil İbrahim Dinçdağ’ın hikâyesi. Dört kardeşler. Babaları çay fabrikasında bekçi. Çocukluktan beri gönlü futbolda. Fakat geçirdiği
sakatlık sırasında hakemliği keşfediyor. Asıl istediğinin bu olduğuna karar verip 1995’te hakem oluyor.
14 yıl büyük bir aşkla sürdürüyor mesleğini. 2009 yılında eşcinsel olduğu için askerlik yapamayacağına dair GATA’dan aldığı raporu Türkiye Futbol Federasyonu’na verene kadar.
Sonrası birbirini izleyen haksızlıklar silsilesi. İşinden oluyor Dinçdağ. Federasyon, eşcinselliği “Sağlık sorunu nedeniyle askerlik yapamayanlar hakemlik de yapamaz” maddesi kapsamında değerlendirip meslekten men ediyor genç adamı. “Hastasın sen, bu işi yapamazsın” diyor özetle.
Tam hukuki yollarla hakkını ararken bu sefer bir federasyon yetkilisi tarafından basına sızdırılıyor durumu. “Eşcinsel hakemin düdük mücadelesi” haberleri önce isimsiz yayımlanıyor. Arkasından Fatih Altaylı sözde adını gizli tutarak, iyi niyetle bakarsak, Trabzon’da başka H.İ.D. baş harfli hakem olmadığını hesap etmeyerek deşifre ediyor kimliğini.
Böylece Trabzonlu Dinçdağ ailesi; Halil İbrahim’in ‘hayat kaynağım’ dediği annesi, kardeşleri,
Pişmekte olan yemeğin kokusu kadar insanın içini ısıtan ve onu bir dolu anı arasında dolaştıran pek az şey var. İşin aslı kokular ve tatlar kadar kuvvetli bir yardımcısı yok, hafızamızın. Düşünüp de hatırlayamadığınız pek çok anıyı bir koku çağırıverir ya çoğu zaman. Zorlu PSM drama salonunu mesela, çocukluğunuzun geçtiği eve dönüştürebilir bir anda. Çünkü içeri girdiğinizde sahnede mis gibi kokan bir domates sosu pişmektedir.
Yemek pişirmenin ve yemenin hikayelerimizi nasıl belirlediğini, bir de üstelik başlı başına bir ‘performans’ olduğunu keşfeden Quebecli topluluk ‘Les 7 Doigts de la Main’in (Elin yedi parmağı), ‘Mutfak ve İtiraflar’ adlı gösterisi, doğrudan harikalar diyarı gibi bir mutfağa sokuyor izleyiciyi.
İKSV’nin İstanbul’a getirdiği gösteride, hepsi farklı ülkelerden ve disiplinlerden gelen sekiz dansçı akrobat aşçı, bir yandan yemek pişirip bir yandan insan bedeninin girebileceğinden haberdar olmadığımız şekillere girip nefesimizi keserek hikayelerini anlatıyorlar.
Hiçbir illüzyon yok
Evet, inanılmaz yetenekliler, koreografi baş döndürücü ama olayın sırrı tam da orada değil. Hayatımızda tanık olabileceğimiz en samimi sirk gösterisi bu, çünkü her biri mikrofonu alıp kendi
Lisede bir öğretmenim oldu; sadece öğretmen değil hayatta nasıl bir insan olmak istediğime dair de rehberim. Pek çok cümlesi kalmıştır aklımda ama en çok etkilendiklerimden biri, “Çocuk çocuktur, kimin çocuğu olduğunun önemi yoktur” idi. “Bir gün kimin çocuğuna kimin bakacağı belli olmaz” derdi.
Aslında ne kadar sıradan görünen bir cümle değil mi? “Elbette öyle, ne fevkaladelik
var ki bunda?” dediniz belki okurken.
Çocuk çünkü, sahiden üzerinde herkesin hemfikir olacağı tek konu belki.
Çocuğa düşman olunmaz. Yetişkinin görevidir çocuğu koruyup kollamak, kimin olduğuna bakmadan.
Hayvanlar aleminde öyle biliyorsunuz. O facebook’unuzda bayıla bayıla paylaştığınız videoları hatırlayın. Aslan maymun yavrusunu emziriyor diye kendimizden geçiyoruz hani. Belki annesini görse karşısında, parçalayacak, mümkün. Ama yavruya kıyamıyor, bir de kol kanat geriyor üstüne. Civcivi koynuna alıp yatan kediyi yılın annesi ilan ediyoruz sonra. “Ben kediyim, bu kanatlı canlı benim düşmanım, öldürüp yemem lazım” demiyor. Onlar içgüdüleriyle biliyorlar, çocuktan düşman olmayacağını. Biz ‘çok bilmiş’ hallerimizle habersiziz.
Haluk Bilginer bir liste koydu twitter’ına üç gün önce. Temmuz ay
‘Ertuğrul 1890’, nihayet gösterimde bugün. Haftalardır AKM’nin üzerini tamamen kaplamak suretiyle Taksim’e nazır geri sayım yapıyordu, görmemiş olamazsınız. Filmin Türkiye tarafındaki yapımcılığını üstlenen TC Kültür ve Turizm Bakanlığı tanıtımı için de hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor tabii.
Güzel bir dostluk hikayesi üzerine kurulu film. 1890 yılında II. Abdülhamit’in hediyelerini Japonya İmparatoru Komeii’ye iletmek üzere yola çıkan Ertuğrul Fırkateyni geri dönemiyor. 650’ye yakın mürettebatıyla Koshimoto kayalıklarında parçalanıyor. Aralarından 69 kişi, Oshima adlı yoksul balıkçı köyünün halkı tarafından kurtarılıp aylarca bakılıyor, iyileştiriliyorlar. Film de bunu anlatıyor işte.
Sularında sık sık deniz kazası olduğu için adeta profesyonel birer hastabakıcıya dönüşmüş o köylülerin doktorun (Seiyo Uchino) talimatlarını harfiyen uygulayıp nasıl yaralıların canını kurtardığını... Ölen denizcileri çıkarıp dünyanın öbür ucunda da olsa bir mezarları olsun diye nasıl usulünce gömdüklerini... Ve bu sırada Kenan Ece’nin oynadığı Yüzbaşı Mustafa ile nişanlısı yine bir deniz kazasından yaralıları kurtarırken öldüğünden beri konuşmayan Haru (Shioli Kutsuna) arasındaki sessiz -