Kar görünce coşkuya kapılanlardan mısınız siz? Hani yolların haline, ayaza, ıslanan çoraplara değil, kardan adamın havuç burnuna, zeytin gözüne odaklananlardan... Çocukluktan kalma bir alışkanlıkla sanki ertesi gün kendisine de tatilmiş gibi sevinenlerden... Ve yaşına başına bakmadan tanıdık tanımadık birilerine muzipçe bir kar topu sallayıverenlerden. Çünkü biz öyle büyüdük, kar topuna kızılmaz, arkadaşınızdan değil bir yabancı çocuktan da gelse gülersin, sen de ona atarsın bir tane. İsmail Abi’nin kulakları çınlasın, kar topu oynayan
adamdan da zarar gelmez.
Kar topuna kızandan sakınacaksın ama. Ondan zarar gelir. Geldi işte, gördük. 2015’in 17 Şubat’ından beri, bazılarımız için kar topu gazeteci Nur Köklü demek. Hâlâ söylemesi de inanması da zor ama Kadıköy Karakolhane Caddesi’nde kar topu oynarken bir baharatçının camını kırdığı için dükkân sahibi tarafından kalbinden bıçaklandı ve öldü Nuh. Son cümlesi
“Keşke rüya olsa” oldu.
Bu kadar. Olayın başka türlü bir izahı, karanlıkta kalan bir yanı yok. Herkesin gözü önünde oldu. Ama dün görülen üçüncü duruşmada dava bir kez daha ertelendi. 18 Mart’a. Kasten adam öldürmek suçundan yargılanan sanık Serkan Azizoğlu’nun ‘akıl
Hayattaki değerleriniz, inançlarınız neye ne kadar izin verir? ‘Asla’larınız, moda deyişle ‘kırmızı çizgileriniz’ neler? Hani şu iki dünya bir araya gelse olmaz sandıklarınız. Başkasında kınayıp nasıl yapıyorlar anlamadıklarınız. Siz olsanız hayatta yapmazdınız, yapamazdınız değil mi?
İşte hayat bize bütün bunların bir anda ters yüz olabileceğini öğretmek için var. Dini inançlarınızın izin vermediği bir şeyin istisnası olabilir. Gün gelir her şeyi, o ‘günahın’ bütün bedellerini göze alabilirsiniz. Ya da mesleğinizin etik kuralları ile vicdanınız arasında sıkışıp kalabilir, hangisini seçeceğinizi bilemeyebilirsiniz.
Tiyatro Yan Etki’nin yeni oyunu ‘Medet’, tam da böyle bir sıkışmışlık halindeki iki insanın seçimlerini tartışıyor. Deniz Madanoğlu’nun yazdığı oyunun kahramanları ilk gençlik çağlarında birbirine aşık olmuş, yolları bir felaketle ani ve keskin bir şekilde ayrılmış bir kadınla bir erkek. Şimdi 35’lerindeler ve hayat ikisini de bambaşka yönlere savurmuş.
Her anlamda kapanmış bir kadın
Bir zamanlar sokak serserisinden hallice olduğunu anladığımız Durukan (Faruk Barman) nasıl olmuşsa olmuş tıp okuyup kadın doğum doktoru olmuş. Gençliğinde parlak bir öğrenci
Bu dünyaya nasıl gelmişsen gelmişsin, sonuçta kendini farklı hissediyorsun. Hala izlemediyseniz önyargılarınızdan kurtulmak için acilen görmeniz gereken Can Candan’ın “Benim Çocuğum” belgeselinde tanıdığım Pınar hanımın transseksüel çocuğundan ilk duyduğu itiraf gibi; “Anne, ben başkayım bedenim başka” diyorsunuz.
Pınar hanım çocuğunun mutluluğunu her şeyden önde tutan bir anne olduğu için umutlu bir hikayeydi o. Herkes o kadar şanslı olmuyor, ilk tokatlarını ailelerinden yiyor translar - travestiler. Arkası kesilmiyor ama. Okuyamıyor, meslek sahibi olamıyorlar. İş bulamıyor, seks işçiliğine mahkum okuyorlar. Ev bulamıyor, sokakta kalıyorlar. Eşsiz, dostsuz, akrabasız, yalnız kalıyorlar.
El birliğiyle bir insanın bütün nefes alma olanaklarını tıkıyoruz. Cezaevinde bile hayat hakkı tanımıyoruz, var mı ötesi?
Annesinden Salih olarak doğmuş Esra, 22 yıldır travesti, 12 yıldır cezaevinde, 10 yıldır tecritte. Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum. İşlemediği bir suçtan, sırf olay yerinde bulunduğu ve derdini kimselere anlatamadığı için cezaevinde olduğunu söylüyor. Travestiler potansiyel suçludur çünkü.
Ve ne istiyor biliyor musunuz? Suçsuzluğunun kanıtlanıp özgürlüğünün verilmesini bile
En beklenmedik anda bir şehrin umulmadık bir duvarına şaşırtan, düşündüren, öfkeye tercüman olan, zekasıyla hayranlık uyandıran ama her koşulda sistemi eleştiren bir iz bırakıveren İngiliz sokak sanatçısı Banksy’yi şehrimize bekliyorduk ne zamandır.
Onun ‘beklenmedik’liğine ters bir şeydi bu ama olsun. İstanbul’da bir Banksy sergisi, heyecan uyandırmayacak gibi değildi.
Gerçi bu serginin Banksy’nin uzun yıllar yol arkadaşlığı yapıp 2009’da bozuştuğu eski menajeri Steve Lazarides’in eseri olması düşündürmüyor değildi. Sotheby’s’de Banksy müzayedesi de düzenleyen Lazarides kendi söylüyor, “Banksy görse nefret eder” diye.
Kendisini ‘gerilla sanatçı’ olarak gören, orijinal, imzalı işlerini New York Central Park’ta 60 dolara satan ve eserlerine binlerce dolar verilmesiyle dalga geçen bir adamın, o dolarları vermiş koleksiyonerlerden toplanmış işlerinden oluşan bir retrospektif bu, neticede.
Sosyal medyada serginin en çok da bir yatırım şirketinin (Global Yatırım) sponsorluğunda gerçekleştiriliyor olması Banksy’nin sokak sanatına külliyen ters düşmesi nedeniyle eleştiri oklarına neden oluyor. Ama tabii onu ve sanatını çok iyi tanıyan biri tarafından hazırlanmış ve kağıt ya da başka
Uzun bir süredir tanıyan tanımayan birçok kişinin içi titreyerek, iyi dileklerini, dualarını, neşelendirecek fıkralarını, fotoğraflarını, artık neyin faydasına inanıyorsa onu yollayarak izlediği Onur ile Ceren’in hikâyesinde tek kişilik döneme geldik bu hafta. 2007’den beri beyin tümörüyle mücadele eden Onur Ürenden’i 34 yaşında bu dünyadan uğurladık.
Coşkulu bir aşk, çok başka bir mücadele hikâyesiydi onlarınki. Ağlamalarla, sızlamalarla, ‘neden biz?’lerle kaybedecek vakitleri yoktu. Tedaviden çıkıp Bali’ye tatile giden bir çiftti Onur ile Ceren. “İyi düşünürsek iyi olacak” diye değil üstelik. Mucizelere inanarak değil.
Bir mucize varsa eğer, aralarındaki sevgiydi.
Bir hafta on gündür, artık sonun yaklaştığını bilen Ceren’in yazdıklarını hayranlıkla okuyorum yine. Çünkü çok dürüst ve gerçekler. En çok da “Mucize olacak inanıyoruz, direnin lütfen, bırakmayın kendinizi, sözleri artık çok incitici, yorucu ve herhangi bir şeye fayda etmiyor. Hatta yapılacak bir şey varmış da başarısızmışız, becerememişiz gibi hissediyoruz” demesi. Kendi çok sevdiğim birinin hastalığında yaşadım, bilirim ne fena gelir insana. Hele o “Sen iyi düşün, iyi olsun”lar, sanki ben istedim de geldi
Aşık Veysel’e sorulduğu iddia edilir, “Aşk nedir?” diye; “Seversin kavuşamazsın, aşk olur” olmuş cevabı. Doğruluğunu test etmişizdir değil mi hayatımızda? Aşık olup kavuşmuş ve sonunda ne olduğunu görmüşüzdür.
Tam bu noktada “Aşkın yerini sevgi aldığında...” tesellileri baş gösterir, tabii ki inkar etmiyorum doğruluğunu. Öyledir mutlaka, durmuş oturmuş sevgiler de güzel ve çok kıymetlidir. Ama hâlâ ve hep en yazılası, anlatılası öyküler o kavuşamayan aşıklarınkidir.
Körü körüne, imkanlı mı imkansız mı hesaplamadan, “Benim için doğru kişi mi?” sorularını sormadan, uçurumdan atlar gibi içine atlananlar. “Aşkın gözü kördür” dedirtenler. ‘Deli gibi’ diye nitelediklerimiz.
Başka bir köşesinden baktığınızda ‘aptal gibi’ de görülecek olan aşklar. Kavuşulamadığı ve durulmayacağı için yıkıma neden olanlar. Sam Shepeard’ın ‘Aşk Delisi’ndeki (Fool for Love) gibi.
İlk kez çok yanlış bir kapının aralığında göz göze gelmiş iki çocuğun; aradan 15 yıl geçse de birbirleri için çocuk kalacak olan May ile Eddie’nin hikayesini 1980’lerde yazmış Shephard, 1985’te de Robert Altman’ın yönettiği filminde Kim Bassinger ile birlikte oynamış. Bizde neden çok tercih edilmediğini merak ettiğim bir
Bir mesleğin itibarı ne zaman zedelenir? Bir üniversite hocası sınıfta zorlandığı bir işlemi başardığı için “Yaptım!” diye sevinen öğrencisine “Yatakta çıkardığın sesleri burada çıkaramazsın, burası sınıf ortamı” dediğinde mi, yoksa bu korkunç sözler sınıf dışına çıkıp başkaları tarafından da duyulduğunda mı? O kız öğrencinin kendisini o ‘kutsal’ sınıf ortamında aşağılayan öğretmeni korumak gibi bir görevi var mıdır?
Olay, 2 Aralık’ta Karabük Üniversitesi Teknoloji Fakültesi Endüstriyel Tasarım Mühendisliği bölümünde yaşanıyor. Yrd. Doç. Dr. Erkan L., ’solidworks video eğitimi’ dersinde İ.K.’ya ettiği o cümleden ötürü dekanlığa şikayet ediliyor. Önce dekanlık olayı “tatlıya bağlama’yı deniyor. Fakat Karabük Üniversiteli Kadın Kollektifi olayın örtbas edilmesine izin vermiyor. Hocanın odasına gidip “Üniversitelerde tecavüzcü, erk dili besliyorsunuz, biz üniversiteli kadınlar olarak buna izin vermeyeceğiz” diye açıklama yapıyorlar ve sonuçta bir disiplin soruşturması başlatılmasını sağlıyorlar.
İki gün önce de soruşturma sonuçlanıyor. Ceza: Öğretmene ‘Devlet memuru vakarına yakışmayan tutum ve davranışta bulunmak’tan uyarı, öğrenciye 2 hafta uzaklaştırma.
Hadi aslında o suçun devlet
Birkaç kuşak tiyatro deyince ilk onları anlayarak büyüdü neredeyse. Bir Devlet Tiyatrosu, bir Kenterler. Yoklayın hafızanızı, mutlaka ilk birkaç tiyatro anınızın birinde ya Yıldız Kenter ya Müşfik Kenter vardır.
Ben ilk Orhan Veli’yi görmüştüm mesela yanılmıyorsam Müşfik Kenter’den. Sonra tabii bir dolu unutulmaz oyun izledi onu. ‘Martı’lar, ‘Anna Karenina’lar… ‘Gece Mevsim’leri... Ve müthiş kadrolar tabii. Selçuk Yöntem’den Cüneyt Türel’e, Tilbe Saran’dan Köksal Engür’e kimleri kimleri gördüm dünya gözüyle o sahnede. Şükran Güngör’ü de saygıyla anarak tabii.
Okan Yalabık gibi, Demet Evgar gibi, Bülent Şakrak gibi, Yeşim Koçak gibi genç kuşağın parlak oyuncularıyla da orada tanıştım ilk. Okul oldu benim gibi kim bilir kaç kişiye.
Cevabı içime oturdu
Zaman geçse de hiçbir şey olmayacağından, aslanlar gibi ayakta kalacağından emin olduğum bir ‘kurum’du, Kenter Tiyatrosu. Tabii bu ülkede ne saflık. Hangi tarihi, kültürel değer ayakta kalmış ki, memleketin neredeyse bütün dönemlerine tanıklık etmiş bir tiyatrosu kalsın, öyle değil mi?
Değerli tiyatro insanı Dikmen Gürün bir Yıldız Kenter biyografisi yazdı, Ece Baktı- aya da bu iki şahane kadınla Milliyet Sanat