Sinemalara yerli film akını devam ediyor. Hani yazın her belde bir plato durumundaydı ya, işte o çekilenler bir bir salonlarda arzı endam etmekte. Bir kısmı insanın içine sular serperken, bir kısmı da “Eyvah, böyle giderse seyirci Türk filmlerine gene küsecek” dedirten cinsten
‘72. Koğuş’un, ‘Deli Deli Olma’nın, ‘O... Çocukları’nın yönetmeni Murat Saraçoğlu’nun yeni filmi ‘Yangın Var’, birinci kategoriye giriyor. Afişine aldanıp onu zevzek bir komedi sanmayınız. İçinde düzgün bir hikaye barındıran, ülkenin yangınlarından birine naif, insancıl ve umut dolu bakış sunan bir film. Öyle kahkahalara boğmuyor insanı ama zaman zaman gülümsetiyor.
Diyarbakır Belediyesi, Trabzon’un Çayırbağı beldesine bir itfaiye kamyonu hediye ediyor. Trabzon’da itfaiye şoförü kadrosunda bulunan Koşman’a (Osman Sonant) da bu kamyonu Diyarbakır’dan alıp getirme görevi veriliyor. Koşman duygusal, saf bir adam, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ filmine tutkun, oradaki Asya’ya, yani Türkan Şoray’a aşık. Ama Diyarbakır lafını duyunca aklı çıkıyor, “Bizi yakanlardan kamyon mu alacağız?” şeklinde. Aynı kıyamet Diyarbakır Belediye Meclisi’nde de kopuyor. Başkan (Yavuz Bingöl) kararlarını açıkladığında kimse memnun
Yedi yaş altı çocukların takip edebileceği basitlikte akıyor her şey, 70 dakika ekran karşısında oturuyoruz, hiçbir şey olmuyor. Oysa seyircinin de en az senin kadar akıllı olduğu düşünülerek yapılmalıdır
Bu komedi beceremeyen halimiz ne olacak bilemiyorum. Ve ısrarlıyız da aksi gibi... Olmuyor, yeniden yeniden deniyoruz ama yine aynı yoldan gidildiği için sonuç hep fiyasko tabii. Sanki komik olmak için hayatta karşılığı olmayan karikatürler yaratıp onları tuhaf hallere sokmamız gerekiyormuş gibi. Asıl komedinin hayatın içinde, en sıradan görünende saklı olduğunu kimse hesaba katmıyor. Espriler yedi yaş altının beğeni düzeyine göre tasarlanıyor. Çok merak ediyorum, bunları yazan arkadaşlar kendileri gülüyor mu ürettikleri ‘şaka’lara?
Sonra söz konusu olan komediyse, hikayeye de, olay örgüsüne de, çatışmaya da ihtiyaç yok sanki. Yine yedi yaş altı çocukların takip edebileceği basitlikte akıyor her şey. 70 dakika ekran karşısında oturuyoruz, hiçbir şey olmuyor.
Bütün bunları oyuncularına bayıldığım için izlediğim ‘Bizim Yenge’nin son iki bölümü karşısında düşündüm kara kara. Ne derece iyiniyetli olduğumu anlatamam; Ayşenil Şamlıoğlu’nu, Şebnem Bozoklu’yu, İlker Aksum’u,
Sadece bir kerelik paranın değil doğanın önemli olduğu, doğruyu söyleyenin de barınabildiği ve hatta sonunda kazandığı bir ‘onuncu köy’ ütopyası giriyor bu hafta gösterime; Yüksel Aksu’nun ikinci filmi ‘Entelköy Efeköy’e Karşı’...
“Fabrika yapılmadan bunun pisliğini bilmiyorduk. Buraya yapılırsa belki biz de fakir olarak bir iş sahibi oluruz, çalışırız diyorduk. Fakat fabrika yapılıp da bu pisliği buraya saçınca neyin ne olduğunu anladık. 7 yaşından 70 yaşına kadar herkes pişman. Tek bu fabrika olmayaydı, biz de perişan olmayaydık.”
“İşi de unuttuk, yaşam mücadelesi vermeye başladık. Yüzde 70-80 kanser.”
“Sebze ekiyoruz, bostan ekiyoruz, olmuyor. Yanıyor külünden.”
“Zonguldak bölgesinde 2007 yılında başlatılan santral inşaatı bölge insanına o kadar güzel sunuldu ki...”
Filmde, insanın içine işleyen bakışlarıyla, mahzun yüzlü Kürt çocuğu Tahsin’i oynayan Hakan Arkal, Mardin’de yaşıyor. Cast için Mardin’e giden ve çocuklarla çekim yapan Çağan Irmak Hakan’ı görür görmez “Budur” demiş
‘Dedemin İnsanları’ gösterime girdiği ilk hafta sonundan gündeme oturdu, her mecrada yazılır, çizilir, konuşulur oldu. Hikayesinin sıcaklığıyla, anlatım dilinin yetkinliğiyle, en çok da oyuncularıyla. Diyaloglar aşağı yukarı şöyle gelişiyor: “Herkes ne kadar iyiydi değil mi?” “Çetin Tekindor muhteşemdi” “Ya o çocuklar?”
O çocuklar, filmin isimsiz iki yıldızı. Hakikaten hikayenin yükünü en çok sırtlayanlardan ve onlar bu kadar iyi olmasalar bu film bu film olamazdı. Geçen gün de değindim, çocukların çocuktan ziyade birer küçük ucubeye benzediği filmlerle büyümüş biri olarak diyorum ki, çok şükür artık oynayabilen çocuklarımız, ya da ‘oynatabilen’ yönetmenlerimiz var. Bence bu konuda Çağan Irmak bir numara. Belli ki çocuk oyuncularıyla çok iyi bir iletişim kuruyor ve onlardan maksimum verim almayı beceriyor.
Hakan Mardin’den bulunmuş
‘Dedemin İnsanları’nda ‘gavur’ çocuklarının kafasını taşla yaran, farklı olan hiç kimseye tahammülü olmayan bir ‘kötü
Bir Çağan Irmak filmini başkalarından önce görmek, şu soruya cevap vermek durumunda kalmak demektir: “Ağladın mı?” Alt tarafı bir, ‘Issız Adam’ı da sayarsak iki filminde ağlatmıştır ama bu beklenti hiç azalmadı. Hayatın kendisi kesmiyor, bir de sinemada ağlamak istiyoruz
Ben Yeşilçam filmleri başta olmak üzere, her tür acıklı filmde, dizide, artık abartmaya doyamayan ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ de bile muslukları açan bir insan olarak cevap veriyorum: ‘Dedemin İnsanları’nda ağlamadım. Sonlara doğru boğazıma bir yumru oturdu evet ama Çağan Irmak bu kez, zaten çok dokunaklı olan hikayeyi bir mizah bulutuyla sarmalayıp can yakmayacak şekilde sunuyor seyirciye. Tam da kendi söylediği gibi, “Hayata dil çıkarıyor” film ve siz de Aria’nın filmin ritmini alıp götüren müziği eşliğinde tango adımlarıyla çıkmak istiyorsunuz salondan. Çetin Tekindor’un müthiş bir zarafetle can verdiği dede Mehmet Yavaş gibi sekerek...
Çağan Irmak’ın kendi ailesinin hikayesi bu. Bir Ege kasabasındayız, Mehmet Bey işinin ehli bir terzi, namuslu ve dürüst bir esnaf. Gündüz vakti çıkarken dükkanın kapısını kilitlerse konu komşuya ayıp olur diye çekinecek incelikte. Tabii hayat o kadar ince değil. O
Beğeneni de nefret edeni de bol bir platform ekşisözlük. Son olarak gazeteci Mehmet Baransu’nun “Kapatılsın” önerisiyle gündemde
İlk kez bir siteyi kapatmak için hırsla kampanya başlatan bir ‘gazeteciyle’ karşılaşıyorum. Banu Güven’in bu tweet’iyle haberdar oldum, Taraf yazarı Mehmet Baransu’nun ekşisözlük’e açtığı savaştan. Belli ki ciddi bir mesai harcamış Baransu ve ekşisözlük’ü didik didik edip orada dine, peygambere, meleklere hakaret ettiğine hükmettiği maddeleri toplamış, bir yandan twitter’da yayınlıyor, bir yandan da büyük bir öfkeyle ‘ekşisözlük kapatılsın’ diye haykırıyor.
“Bu ülke” diyor, “Bu rezillik karşısında ayağa kalkmazsa, rabbimiz ve peygamber efendimizin yüzüne nasıl bakacağınızı düşünün...” Hoşumuza gitmeyen bir sesi toptan kısmanın çözüm olup olmadığı, bunun sonunun nereye varabileceği ilgilendirmiyor kendisini. “Allahıma ve peygamberime küfrediliyorsa demokrat olmak falan umrumda değil” diyor, “Demokratlık batsın!” Öyle bir şey demokrasi zaten. Bize uyan noktalarda sonuna kadar taraftarı olup, tepemiz atınca yerin dibine batmasını istediğimiz...
Beğeneni de nefret edeni de bol bir platformdur ekşisözlük. Çünkü neticede bir hayli özgür bir yerdir ve
Onur Ünlü’nün yeni filmi ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ hangi pencereden içeri sızsanız karşılaşacağınız ‘halceğizler’ üzerine...
İlk Onur Ünlü filmimi izlerken önce bir süre şaşaladığımı, “Bizde böyle yarı absürd yarı fantastik bir film, iyi şekilde çekilebilir mi yoksa bir beceriksizlik abidesiyle daha mı karşı karşıyayız?” diye tereddüt ettiğimi itiraf etmeliyim. ‘Polis’ti film ve belli bir noktada koyverdim kendimi, sürprizlerin tadını çıkarmaya başladım. Ama yine de filmi kimseye tavsiye etmedim. Nefret edebilirlerdi çünkü. Onur Ünlü sineması böyle bir şey zaten, sevenleri de var, nefret edenleri de. Sevmeyene “Neden?” diye soramazsın. Sevene soramayacağın gibi. Ben yaptığı her işi sevmeye devam ettim. Senaryosunu yazdığı ‘Acı Aşk’ dahil. Zaman zaman filmdeki ‘mantıksızlıkları’ sıralayarak benden “Nasıl beğenirsin?” diye hesap soran arkadaşlarıma tam da bu yüzden beğendiğimi açıklamak durumunda kaldım.
Bütün bu uyarılar yarın “Gittik nefret ettik, bizi kandırdınız” diyecekler için yeterliyse, ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ne geçebiliriz. Ben galiba Onur Ünlü filmleri içinde en çok bunu sevdim. Neyse, şimdi en azından Altın Koza
Bu birini, bir şeyi başka bir şeylere benzeterek tanımlamak ne acayip bir alışkanlık, hatta hatta bağımlılıktır değil mi? “Günümüzün Billie Holiday’i, Fas’ın Ümmü Gülsüm’ü” sadece bir örnek
Birkaç gün içinde memleketimizi şereflendirecek Hindi Zahra’yı tanımlamak üzere seçilmiş bu söz. Ama bu aslında çok genel bir durum. Düşünsenize ne kadar meraklıyızdır bir yeni Türkan Şoray, bir güncel Yılmaz Güney bulup çıkarmaya. Orada bir taht ve taç vardır, habire yeni sahibini arar durur. Bu ama kendisi olmak yerine hep birilerine benzemeyi arzu eden, bunu da başarı kabul eden insanlar topluluğunun özelliği değil mi? Kendine ait bir sesin, sözün peşine düşmek, ‘farklı’ olmak yerine, kabul görmüş bir şeyin ‘taklidi olmak’ yetiyor bize. Hatta zaten öyle fazla değişik olmaya kalkışmak da tavsiye edilmez, sürünün bir parçası olmak iyidir, güvenlidir, risksizdir.
Portakal portakaldır, elma da elma
Bu ayki Milliyet Sanat için 25 Kasım’da gösterime girecek “Dedemin İnsanları” filminin üç ‘yakışıklısıyla’ röportaj yaptım. Mert Fırat, Yiğit Özşener ve tabii ki Çağan Irmak. Orada da bol bol konumuz oldu bu ‘benzetme’ hastalığı. Bir filmi diyelim, Haneke sinemasıyla Tarantino