“Her türlü şiddete karşı harekete geçen altı kadının provokatif, fantastik hikayesi”... Böyle tanımlanıyor, senaryosunu Barış Pirhasan’ın yazdığı, oğlu Yusuf Pirhasan’ın çektiği ‘Kurtuluş Son Durak’. Provokatif mi, emin değilim; ama fantastik olduğu kesin. Ve komik, ve absürd... Bir de sonunda mesaj verme kaygısına düşmeseydi...
Muhtelif kadınların yaşadığı bir apartman, Saadet Apartmanı. Tabii erkekler de var da, neticede ev kadının mekanı ya, daha çok onlarla şekilleniyor apartmanın ruhu. Giriş katında kuaför dükkanı işleten Füsun (Asuman Dabak) var, apartmanın erkekten yana ‘şanslı’ sayılabilecek tek kadını, onu hoş tutan, hiç değilse dövüp sövmeyen, iyi bir kocaya (Ahmet Mümtaz Taylan) sahip... Yalnız yaşayan Vartanuş Abla (Demet Akbağ) var, hayatını onu pavyondan ‘çekip çıkaran’ evli sevgilisinin yolunu gözleyerek geçiren bahtsız Goncagül (Nihal Yalçın) var, piyanist şantör kocasından habire dayak yiyen Gülnur (Ayten Soykök) ve kızı Tülay (Damla Sönmez) var...
Görünüşe göre hepsi birbirine yakın, birbiriyle ilgili, komşuluk ilişkileri sağlam. Günün birinde apartmana dünyaya kara gözlüklerinin arkasından bakan, mutsuzluktan ölmek üzere gibi görünen bir kadın
2011 biterken yıl sonu dökümleri yapıldı, yılın ‘en’leri seçildi, ben de kendiminkileri çeşitli listelerde sıraladım. Ama aslında -ne mutlu ki- öyle üçe beşe sığmayacak kadar iyi iş çıkıyor sahnelerimizde artık. Onun için birtakım hatırlatmalar yapmak istedim. Bunlar öznel bir seçkiden notlardır, devamı gelecektir
Dot’un yeni oyunu ‘Beautiful Burnout/ Süpernova’ bu cuma başlıyor.Bryonary Lavory yazdı, Murat Daltaban yönetti, siz kaçırmayın!
* İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Üsküdar Tekel Sahnesi’ni ziyaret edebilirsiniz, AKM ve Taksim Sahnesi’nin yerini tutacak hali yok ama güzel bir sahne, ayağınızın alışmasında fayda var. Orada 10 Ocak haftasında ‘Anita’nın Aşkı ya da Antigone New York’ta’yı izleyebilirsiniz, parkta yaşayan üç evsizin hikayesine odaklanan bir oyun, özellikle Mehmet Ali Kaptanlar’ın performansı müthiş.
* Krek’in ‘Güzel Şeyler Bizim Tarafta’sını hâlâ görmediyseniz, tiyatro üzerine yapılan sohbetlerden dışlanmamak ve tabii iyi bir oyun görmek adına elinizi çabuk tutup soluğu Santralistanbul’daki salonda alabilirsiniz.
* Dot’un hazırlıkları bir buçuk yıldır süren yeni oyunu ‘Beautiful Burnout/Süpernova’ bu cuma başlıyor. Üstelik Dot’un Gmall’daki
Serbest Bölge’nin oyunu ‘Yok Oğlum Biz Evdeyiz’ 20’li yaşlarını süren dört ‘delikanlı’ etrafında bir erkeklik portresi çiziyor ki, bu kadar olur...
Bu haftanın filmlerinde işler biraz kesat. Şunu söylemeyi bir borç bilirim, çok sevdiğim Almodovar’ın son filmi ‘İçinde Yaşadığım Deri’ pek çok açıdan hayal kırıklığıdır...
O yüzden size benim için yılın son güzel keşfinden söz ederek bitireceğim 2011’i. İstiklal Caddesi’nin en izbe hanlarından biri olan Olivio Han’ın ikinci katındaki ‘İkinci Kat’ adlı tiyatro salonu muhtelif sürprizlere gebedir her zaman. Şanslıysanız çok parlak işlere denk gelebilirsiniz. Bizim son seferimizde olduğu gibi...
Topluluğun adı Serbest Bölge. Oyunun adı ‘Yok Oğlum, Biz Evdeyiz’. Yazan ve yöneten Görkem Şarkan, konservatuarda oyunculuk okumadan önce siyaset bilimini bitirmiş bir genç adam (Algıyı ekran üzerinden işletenlere tüyo: ‘Bizim Yenge’ dizisinin ikiz doktorlarından zayıf olanı). Bu oyunda 20’li yaşlarını süren dört ‘delikanlı’ etrafında bir erkeklik portresi çiziyor ki, bu kadar olur... Bunlar mahalle arkadaşı. İçlerinden birinin diğerinin kız kardeşiyle ilişkisi var ama tabii delikanlılık kitabında bu yazmadığından
Ben, ‘Keşanlı’yı TRT’den tanımış bir kuşağın mensubuyum. Sadri Alışık Tiyatrosu’nun TİM’de sahnelenen ‘Keşanlı Ali’sine de bu anılarla gittim. Ve birinci yarı bittiğinde hâlâ hayatımdan memnun, gülümsemekteydim...
Beş yıl önce ‘Keşanlı Ali Destanı’nın metnini sorunlu bulduğunu yazma ‘cüretini’ gösteren eleştirmen Zeynep Aksoy’un başına neler geldiğini unutmadığım için adımlarımı dikkatli atacağım. Eleştirmenler Birliği’nden atılmasını talep eden bile olmuştu o dönem.
Ben, ‘Keşanlı’yı TRT’den tanıyanlardanım ve çocukluk anılarımda müstesna bir yeri vardır oyunun... Sadri Alışık Tiyatrosu’nun ‘Keşanlı Ali’sine de bu anılarla gittim. Ve birinci yarı bittiğinde hâlâ hayatımdan memnundum. Ahmet Mümtaz Taylan, Sineklidağ’ın öyküsünü, oyun içinde oyun olarak anlatmayı seçmiş. Bir yazlık sinemada Gülriz Sururi’yle Engin Cezzar’ın ‘Keşanlı’sını izleyen oyuncularımız, film ikide bir kopunca sıkılıp kendileri oynamaya karar veriyorlar. Kahramanımız Ali, üzerine yıkılan bir cinayet sonucu kahraman olmuş bir delikanlı. İşlemediği cinayet ona öyle bir şan şöhret kazandırmış ki, hapisten çıkacağı günü bütün Sineklidağ dört gözle bekliyor. Ama işte maktul, Ali’nin sevgilisi Zilha’nın
Artık Tolga Örnek’in ismi bir filmle ilgili umut beslemek için yeterli sebep. Ve ne güzel ki bir kez daha hayal kırıklığına uğramadan çıkıyoruz sinemadan
HSBC patlamasını hatırlatan bir intihar saldırısıyla başlıyor ‘Labirent’. Nitekim Tolga Örnek de bir röportajında filmin fikrini tetikleyenin HSBC saldırısı olduğunu söylüyor. Yeni kurulmuş bir islami örgütün üstlendiği patlamada, içlerinde yabancıların da olduğu 95 kişi ölüyor. Ve başında
Fikret ile (Timuçin Esen) Reyhan’ın (Meltem Cumbul) bulunduğu istihbarat ekibi harekete geçiyor. Çekirdek ekipte ayrıca Bülent (Sarp Akkaya) ve Haluk (Rıza Kocaoğlu) var. Biliyorlar ki bu bir başlangıç, asıl büyük eylem yolda. Operasyonumuzun kod adı da ‘Labirent’.
Filmin bence en büyük başarısı, işin macera ve aksiyon yönünün hakkını verirken karakterlerin kendi hikayelerini ihmal etmemiş olması. Fikret’in Kuzey Irak’a dair bir travması olduğunu, uyku haplarına bağımlı, yalnız bir adam olduğunu; Reyhan’ın küçük kızıyla, Bülent’in karısıyla ilişkisini ve tabii Reyhan’la Fikret arasındaki duygusal yakınlaşmayı hep ufak detaylarla veriyor. Meltem Cumbul da Timuçin Esen de gördüğüm en iyi performanslarını sergiliyorlar desem abartmış
Dün sabah Behzat Ç., Bandista ve Cumartesi Anneleri Twitter’ın popüler konular listesinin başındaydı. Bir TV dizisinin aslında neler yapabileceğini görüyor musunuz?
Sezonu açtığından beri eski tadı kalmadığından yakınılan ‘Behzat Ç.’ tam onikiden vurdu bu hafta. 30 senedir gözaltına alınan oğlundan haber bekleyen, artık kemiklerine bile razı olan bir Kürt anasının sesini duyurdu. Hem de çok vurucu bir şekilde. Vicdanlı bir polis olduğunu duyup kalkıp Behzat’a gelmişti Düzgün Aydın adlı - ne yazık ki hâlâ ve hep - delikanlının annesi. Aradan 30 yıl geçmişse geçmiş, anne yüreğinde zaman aşımı olur mu... “Ya katilini bulun oğlumun, ya kemiklerini” diyordu tercüman aracılığıyla... “Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın.”
Malum, başkomiserimizin yumuşak karnı, ‘evlat acısı’. Bu çağrıya duyarsız kalması mümkün olmuyor ve herkes deli muamelesi yapsa, elini attığı yerden bela çıksa da bu işin peşine düşüyor. Kısa sürede de, “Senden mi korkacağım? Evet, sorguda öldü, çöplüğe gömdük” diye göğsünü gere gere itiraf eden emekli polisin karşısına dikiliyor. Ve tabii bolca “Biz bunları devlet için yaptık, anarşi kol geziyordu, devletin düşmanlarını dize getirdik. Şimdi gelip bana hesap
‘Yala Ama Yutma!’yı 2010 şubatında Kumbaracı50’de sahnelemeden bitirilmiş olmasından hatırlarsınız. Müslümanları tahrik edecek nitelikte bulunmuştu. Oysa yurt dışındaki macerası başarıyla devam ediyor
‘Yala Ama Yutma!’ New York’ta... Mail kutumda bu haberi görünce bir sevindim önce. Özen Yula’nın yazdığı, Melis Tezkan ve Okan Urun’dan oluşan ‘biriken’in yönettiği bir oyun, ‘Yala ama Yutma!’. Ayça Damgacı, Hakam Ummak, Koray Kadirağa ve Nelson Patino Jr. oynuyor.
Çoğumuz, oyunu 2010 şubatında Kumrabaracı50’de sahnelenmeye başlaması gerekirken bu tür provokasyonları adet haline getirmiş bir gazetenin hedef göstermesi sonucu başlamadan bitirilmiş olmasıyla hatırlıyoruzdur. Çünkü niye? Konusu müslümanları tahrik edebilecek nitelikteymiş. Neymiş o ‘tahrik edici’ konu? Bir melek, sınanmak amacıyla dünyaya gönderilir. Sınavı geçebilmek için
24 saat içinde bir kişiyi iyilik yoluna döndürmesi lazımdır. Sınav alanı, bir porno film setidir.
Türevleri çeşitli kereler yapılmış bir konu, müslümanlıkla ne ilgisi var, belli değil... Bir fantezi işte, ne oluyoruz? Hayır, tahrik olmak için yer arayan bir güruh olarak el birliğiyle, fırsattan istifade mekana yangın merdiveni teftişine
Kemal Başar’ın sahnelediği ‘Külhanbeyi Müzikali’, oyuncuların şarkı da söyleyebildiği, müziklerin son derece başarılı olduğu bir oyun. Sazı da, sözü de, neşesi de yerinde
Müzikal denince iki kere düşünüp sonunda cayanlardanım, itiraf etmeliyim ki. En çok, müzikal için yeterli donanımda olmayan oyuncularla ya da oynayamayan şarkıcılarla karşılaşmaktan korkuyorum ve korktuğum sıkça başıma gelmiştir. “Şart mıdır?” diye soruyorum o noktada, “malzeme buyken müzikal yapmaya kalkışmak...”
Neyse, bunlar benim iç hesaplaşmalarım, asıl mesele, geçen hafta oyuncuların şarkı da söyleyebildiği, müziklerin son derece başarılı olduğu, sazı, sözü, neşesi yerinde bir müzikal izlemiş olmam: Devlet Tiyatrosu yönetmenlerinden Kemal Başar’ın Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda sahnelediği ‘Külhanbeyi Müzikali’.
Van Devlet Tiyatrosu’nda ‘Romeo Juliet’ sahnelerken tanımıştım Kemal Başar’ı. Yıllar geçti, o şehir şehir, ülke ülke dolaşıp tiyatro yapmaktan vazgeçmedi. Bir süredir de İstanbul’u mesken tuttu. Üretken bir yönetmen. An itibariyle İstanbul sahnelerinde dört oyununu izlemek mümkün. İşte bunlardan bir tanesi de Ülkü Ayvaz’ın yazdığı ‘Külhanbeyi Müzikali’.
Osmanlı’da, II. Abdülhamit