Bu hafta vizyona giren ‘Güzel Günler Göreceğiz’ daha seyirci yüzü görmeden polemiklerin ortasına battı. Belki bir başyapıt değil, sorunları var. Ama gözden kaybolmayı da hak etmiyor
Bu yılki Altın Portakal Film Festivali’nin hem şanslı, hem şanssız filmi gösterime giriyor bugün: ‘Güzel Günler Göreceğiz’. Şanslı, çünkü bir ilk filmdi, Dokuz Eylül Sinema Televizyon mezunu iki gencin; senarist Emre Kavuk’la yönetmen Hasan Tolga Pulat’ın çalışmasıydı ve festivalden En İyi Film ve En
İyi Senaryo dahil, dört ödülle döndü. Ama çok da şanssız, çünkü ödül aldıkları için bir dayak yemedikleri kaldı.
Festival sonlarında alışık olduğumuz eleştiri rüzgarları bu kez sert esti. En İyi Film Ödülü’nü nasıl bu film alabilirdi? Filanca filanca varken? Üzerine bir de ‘Nar’ın yönetmeni Ümit Ünal’ın aslında jüriyi hedef alan eleştirileri geldi. Bu eleştirilerden Kavuk’la Pulat da bolca nasibini aldı. Ünal, ‘Güzel Günler Göreceğiz’in son 40 dakikasına dayanamayıp çıktığını söyledi. Ardından bana göre en gereksiz bölüm geldi, Hasan Tolga Pulat da “Festival at pazarı değildir ki, en çok sesi çıkana ödül verilsin” gibi açıklamalarla ona yanıt vermeye girişti. Neticede, ‘Güzel
Garajistanbul’da sahnelenen ‘Pragma’nın senaryosu, Kuzey Güney’de Güney karakterini canlandıran Buğra Gülsoy imzasını taşıyor. Gülsoy’a neden kimsenin yol göstermediğini merak ediyorum
‘Pragma’, dört ünlü seri katili; Ted Bundy (Buğra Gülsoy), Andrei Chikatilo (Emre Erkan), Albert Fish (Mert Öner), Richard Ramirez’i (Serhat Teoman) bir hücrede bir araya getiriyor.
Büyük salonlarımız bir bir tarihe karışırken İstanbul’un çeşitli köşelerinden pıtrak gibi küçük salonlar çıktıkça, gençler apartman katlarında tiyatro yapmaya devam ettikçe, umutlanıyorum. Yeni oyun haberlerini sevinçle karşılıyorum. GET Yapım’ın ‘Pragma’ adlı oyununa da bütün bu iyi duygularımı kuşanıp gitim. Genç kuşağın yükselen isimlerinden, ‘Kuzey Güney’in Güney’i Buğra Gülsoy yazmış, yönetmiş ve dört karakterden birini üstlenmişti. Bir de şöyle bilgimiz vardı: Oyun, dört ünlü seri katili; Ted Bundy (Buğra Gülsoy), Andrei Chikatilo (Emre Erkan), Albert Fish (Mert Öner), Richard Ramirez’i (Serhat Teoman) bir hücrede bir araya getiriyordu.
‘Pragma’, salı akşamları garajistanbul’da oynanıyor. Bir gittik, fuaye tıklım tıklım. Tamam, ağırlıklı olarak ‘Güney’i görmeye gelmiş genç kızlarımız var ama bence
Demirer, bir yanı Almanlaşmış, ama bir yanı da Türk kalmış öyle tatlı ve bugüne kadar oynadıklarından öyle farklı bir karakter çizmiş ki, bütün filmi sürükleyip götürüyor
‘Kısık Ateşte 15 Dakika’dır, ‘Osmanlı Cumhuriyeti’dir, tam Ata Demirer’i sinemanın kayıplar hanesine yazacaktık ki, kendi senaryolarını kendi yazmaya başladı. İki ‘Eyyvah Eyvah’la düzgün komediye hasret Türk izleyicisinin yüzünü güldürmüştü, şimdi onun ekmeğini daha beş bölüm yiyebilecekken ‘Berlin Kaplanı’yla bambaşka bir iş yapıyor ve bunun da altından alnının akıyla kalkıyor. Tabii hemen çok iyi bir ikili olduğu yönetmen Hakan Algül’ün hakkını da verelim, birlikte kalkıyorlar.
Önce şunu söylemek lazım ki ‘Berlin Kaplanı’ gücünü en çok Ata Demirer’in şahane çizdiği ve çok iyi oynadığı Ayhan Kaplan karakterinden alıyor. Ayhan, Türkiye’den küçük yaşta ayrılmış bir ailenin, yaşamını boksörlük ve gece kulüplerinde bodyguard‘lıkla kazanan oğlu. Ringlerde bir zamanlar ‘kaplanmış’ ama artık sürekli yenilmekte. Sonunda ona yatırım yapan filmin kötü adamı isyan ediyor ve diyor ki, “Ya paramı geri ver, ya parlatmak istediğimiz boksöre yenilerek jübileni yap, borcunu sileyim.”
Antrenörü Cemal’in de (Tarık
Göksel’in pazar günkü Milliyet Pazar’da Mehmet Tez’e söylediklerini okurken “Ya RTÜK ya Sinema Genel Müdürlüğü bir koşu gelip kızın ağzına biber sürecek” diye düşündüm. Akıllarını tamamen aile kurumunu korumakla bozmuş oldukları için her şeyi bunun üzerinde değerlendiriyorlar ya... Son olarak da Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, ‘aile filmlerine’ destek vereceklerini açıklayarak şahane gidişata tüy dikti: “Tüm aile bireylerinin birlikte izleyebileceği yapımların desteklenmesine...”
Bir kere bu kadar dışarıdan destekle koruyup kollamaya çalışıyorsak baştan o kurumun temelinin çürük olduğunu kabul etmiş olmuyor muyuz? İnsanlar bir arada olmaktan mutluysa hangi dizi, hangi film dağıtabilir ki onları?
Ama diğer yanda, yalnızlıktan mutlu olan insanlar da var, onlara da ‘Hayır efendim, biz senin adına da düşündük, doğrusu budur’ diye dayatmanın alemi var mı?
Başa dönersek şimdi, Göksel, başından bir evlilik geçmiş, artık boşanmış, üstelik sadece kocasından değil aranjöründen de boşanmış bir kadın olarak diyor ki, “Evet efendim, evlilik aşkı öldürüyor.” Sonra büyüklerimize göre kesin aile kurumunu temelinden sarsacak bir iddia daha atıyor ortaya: “Belki o
SİYAD’ın 44’üncü ödül töreni, neresinden tutsan elinde kalıyordu. Türkiye’mizin ödül organizasyonu konusunda zaten fena halde sabıkalı olduğunu daha önce de yazmıştım
SİYAD’da en iyi yönetmen ödülünü almak üzere sahneye çıkan Nuri Bilge Ceylan’ın kıyafetini gördüğüm anda “Eyvah” dedim, “Yandık. Başta ‘Bir Zamanlar Anadolu’yu 2,5 saatlik estetik sıkıntı diye tanımlamış olan Hıncal Uluç olmak üzere birçok yazarın hedefi olacak.” Nitekim öyle de oldu, ayrıca çok haksız da bulmuyorum tepkileri, smokin giyilmese de desenli hırkadan iyisi tercih edilebilirdi.
Ve fakat üzülerek söylemek zorundayım ki, zaten SİYAD’ın 44’üncü ödül töreni, neresinden tutsan elinde kalıyordu. Türkiye’mizin ödül organizasyonu konusunda zaten fena halde sabıkalı olduğunu daha önce de yazmıştım. O gece Cemal Reşit Rey’deki törende de olanca iyi niyetime rağmen “Neden olmuyor?” diye tırnaklarımı yedim...
Önce her ikisini de oyuncu olarak çok beğendiğim sunuculardan başlayayım... Ezgi Mola da Sarp Apak da son derece tatlı ve sevimliydiler. Dediğim gibi iyi oyuncular da. Ama iyi oyuncu iyi sunucu olacak diye bir şey yok ki... Zaten onlar da durumun farkındalar, hata yaptıkça espriye
Beklenen televizyon dizilerinin kaderidir, hayata 1-0 mağlup başlamak. Mutlaka tek kaşımız havada izleyecek, kusur arayacak, sonunda “Bu muymuş yani?” demenin bir yolunu bulacağızdır. Bu önyargı duvarını aşabileninse yolunun açık olduğunu tahmin etmek güç değil. ‘Son’ ve ‘Yalan Dünya’ gibi
Televizyon seyircisinin dikkat ya da zeka gerektirmeyenşeyler izlemekten hoşlandığı önyargısına ‘rağmen’ yapılan cesur bir iş ‘Son’.
Her ikisini de aylardır bekliyor izleyici. Birincisi gizemiyle ‘yerli Lost’ olma iddiasında, 25 bölümde bitecek olmasıyla her konuyu ciklet gibi uzatıp sündürmeye meraklı televizyon piyasamızda bir ilk. Tiyatro izleyicisi için senaryonun son dönemin en parlak oyun yazarlarından Berkun Oya tarafından yazılıyor -hatta yazılmış bitmiş- olması gibi bir artısı var. Geçen yıl ‘Ezel’ gibi farklı bir işe imza atan Uluç Bayraktar çekiyor. Oyuncu kadrosu sağlam. Hal böyle olunca, daha ilk haftadan seyircinin de dikkatini-ilgisini çekti, sosyal medyanın en çok konuşulan konularından biri oldu.
Ana eksendeki çiftlerimizden biri, bir Amerikan rüyasının içinde yaşamakta olan Selim ile Aylin. Şık bir ev, iyi kariyerler, güzel bir çocuk ve o kadar yıllık evlilikten
Engin Altan Düzyatan diyor ki, eleştirilere dikkat ederseniz altında hep başka şeylerin olduğunu görürsünüz. Ne gibi mesela?
Eleştirmenlerle eleştirdikleri alanda iş yapan insanlar arasında gergin bir ilişki olduğu gerçek. Normal, kimse yaptığı işin kötü olduğunun söylenmesinden hoşlanmaz. Ama bu hoşlanmamanın da bir sınırı olmalı, değil mi? Neticede karşındaki de işini yapıyor. Böyle bir meslek var,
üzgünüm...
Bu hafta Engin Altan Düzyatan’ın Pazar Eki programında yaptığı açıklamalar dolaştı durdu internette. ‘Anadolu Kartalları’nı beğenmeyen eleştirmenleri yerden yere vurma kampanyası başlattılar program sunucularıyla birlikte. Diyor ki Engin Altan Düzyatan, sizi eleştirenlere dikkat ederseniz altında hep başka şeylerin olduğunu görürsünüz. Ne gibi mesela? Kıskançlık? Çekememezlik? Kişisel husumet? Bu kadar insan hep birden sizden nefret mi ediyor? Ya da ben şu an o konuşmaları eleştiriyorum, bunun altında ne yatıyor olabilir? Bu ülkenin genç, bir zaman ‘Kürklü Merkür’ gibi bir oyunda oynamış oyuncusunun bu kadar tatsız cümleler ediyor olmasından duyulan üzüntü dışında...
10 trilyonluk mal
Efendim birisi filmin sonunu yazmış... Havacılık konularında yazan biriymiş
Dot’un yeni oyunu ‘Süpernova’ nefes kesiyor. Sade, küçük bir hikaye, daha ziyade fiziksel bir performans. Ünlü bir boksör olduklarında kazanacaklarının hayaliyle bütün yoksunluklarını ve yoksulluklarını unutan çocukların 70 dakikalık performansını gözümü kırpmadan izledim
“Hayat, biz gecenin en parlak yıldızı olmaya giden saplantılı yolda ilerlerken, o yolculukta, o dakikalarda, o esnada oluşur...” Daha nasıl söylenebilir hayatın ‘aslında’ ne olduğu... Bu kadar basit, bu kadar yalın... Hayat bu kadar bilinmez bir şey, bu kadar hesaplanamaz, tahmin edilemez...
Dot’un sahiden uzun, bizim ülkemizde mümkün olamayacak kadar uzun süre beklenen oyunu ‘Süpernova / Beautiful Burnout’un yazarı Bryony Lavery’ye ait cümle. Kendisine aşinayız, Dot’un açılış oyunu ‘Frozen’ da onundu. Bu kez öyle derin psikolojik çözümlemeleri, çok fazla ‘cümlesi’ olmayan bir oyunla karşı karşıyayız. Sade, küçük bir hikaye, daha ziyade fiziksel bir performans.
Kafayı yıldız olmaya takmış bir grup genç... Yoksul ailelerin çocukları... Çıkışı boksta bulmuşlar, kendilerini öldürürcesine, birbirlerini parçalarcasına çalışıyorlar. Bir gün biri profesyonel olma şansını yakalayacak, ama