İsveç’ten Riksteatern’in yürüttüğü, SIDA’nın desteklediği, ülkemizde de Altıdan Sonra Tiyatro tarafından hayata geçirilen ‘İran’dan Sesler’ radyo oyunlarının sahne okumasını gerçekleştirdik geçen hafta
Yıllardır seyirci ve gazeteci olarak tiyatroyla sıkı ilişkisi olmuş, bir dönem gözünü karartıp bu işi icra etmelere de kalkışıp sonunda sınav korkusu, yaş geçmesi gibi sebeplerle ipin ucunu bırakmış biri olarak hayattaki birkaç sahne deneyimimden birini yaşadım geçen hafta.
İsveç’ten Riksteatern’in yürütücülüğünü yaptığı, SIDA’nın desteklediği, ülkemizde de Altıdan Sonra Tiyatro tarafından hayata geçirilen ‘İran’dan Sesler’ radyo oyunlarının sahne okumasını gerçekleştirdik.
Daha açıklayıcı olmak gerekirse, bunlar sekiz adet ‘oyunlaştırılmış’ gerçek hayat hikayesi. Altıdan Sonra Tiyatro’nun tanımıyla ‘İnsan hakları-insan haltları’ gibi bir başlık altında toplanıyorlar. Aralarında Derya Alabora, Tilbe Saran, Şebnem Sönmez, Serkan Keskin, Tomris İncer, Murat Karasu, Ayşe Selen, Ayça Damgacı’nın da olduğu çok sayıda tiyatrocu, gönüllü olarak gelip bu hikayeleri Açık Radyo’da okudu. Ben de, bütün cesaretimi toplayıp ‘Vatana İhanet’ adlı oyunda ipe sapa gelmez
Talimhane Tiyatrosu’nun sahnelediği oyunda bir kadın tanıyorsunuz, dünyanın tüm felaketleri başına gelse de onları bir mizah şekerine bulayıp sunuyor izleyene. Ama nihayetinde şekerin arasından o acı hep hissettiriyor kendini
‘Önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi...’ İlk duyduğumda “Nasıl oyun adı bu?” demiştim. Uzun, akılda tutması zor, ayrıca ne demek ki yani? Oyunu izlediğimde, bunun yedi yaşındaki bir çocuğun kalp nakli ameliyatından sonra nasıl olduğunu soran gazetecilere verdiği yanıt olduğunu öğrendiğimde, “Başka ne olabilirdi ki bu oyunun adı?” dedim ama.
Bir süredir salonu olmayan Talimhane Tiyatrosu’nun pazartesi akşamları İKSV Salon’da sahnelediği oyunda bir kadın tanıyorsunuz, dünyanın tüm felaketleri başına gelse ki haylisi geliyor, onları bir mizah şekerine bulayıp sunuyor izleyene. O şekerle ağzınız tatlanıyor evet, kahkaha atıyorsunuz zaman zaman, ama nihayetinde şekerin arasından o acı hep hissettiriyor kendini. Dijana gülümsüyor ama, “Önce bir boşluk oldu kalp gidince ama şimdi iyi...” diyor, “Şimdi iyi!”
Dijana hayalleri kaç para?
WTA final maçını 13 bin 676 kişi seyretti. Bu kadar çok seyircisi varsa tenisin, o kucağında, hatta karnında bebeğiyle koşup maç izlemeye gelen annelerden bir kısmı muhakkak çocuklarını bu spora yöneltecek
Kvitova, Azarenka’yla oynadığı çekişmeli karşılaşmayı galip bitirip şampiyon oldu.
Futboldan sonra voleybola da, baskete de ilginin memleket çapında hızla arttığının farkındaydım da, tenisin bu derece çok meraklısının olduğunu bilmiyordum. Sinan Erdem Spor Salonu’nun WTA Şampiyonası’nın final günündeki hali görülmeye değerdi. Ve ben o günü görmek için epey çapa harcamıştım. Eylül başında, “Nasıl olsa daha çok vakit var” diye rehavet içinde Biletix’i açıp yarı finale de finale de hiç yer kalmadığını öğrenmiş ve en sonunda internetten - böyle söyleyince daha kibar görünüyor ama aslında basbayağı karaborsadan - yaklaşık sekiz katını ödeyerek biletlere ulaşmıştım.
Her şey tıkır tıkır
O gün orada 13 bin 676 biletli izleyici olduğu söyleniyor. Böylesi bir kalabalığın birbirini ezmeden kapalı bir mekana girip çıkabilmesi bile başlı başına bir başarı. Üstelik turnuva başladığından beri WTA Şampiyonası’nı Katar’dan kapan Türkiye Tenis Federasyonu’nun bu işin altından nasıl
Çok üzgünüm ama dağ fare doğurdu, ‘Yerli Top Gun’ olma iddiasıyla, büyük tantanalarla çekilen ‘Anadolu Kartalları’, seyirciye hayli sıkıcı iki saati garantileyen bir film çıktı
Ömer Vargı’nın Hava Kuvvetleri’nin 100’üncü yılı şerefine çektiği filmden neler beklememiz gerektiğini elbette biliyorduk ama bu derece inandırıcılıktan uzak, bir hikayesi bile olmayan bir iş değildi benim aklımdaki doğrusu.
Türk Hava Kuvvetleri’nden mezun olmaya hazırlanan bir grup Harbiyeli, kahramanlarımız. Çağatay Ulusoy’un oynadığı Üsteğmen Ahmet Onur, aklı göklerde, kalbi sevgilisi Burcu’da (Hande Subaşı) olarak katılıyor uçuş eğitimine. Orada baş desteği, çocukluk arkadaşı, şehit pilot kızı üsteğmen Ayşe Dinçer (Özge Özpirinççi). Üç arkadaşları daha var aslında ama onlar hakkında o derece bir şey bilmiyoruz ki, sözünü etmiyorum. Okulda karşılarına eksantrik bir hoca çıkıyor: Binbaşı Kemal Tanaçan (Engin Altan Düzyatan). Mustang’iyle çok havalı bir giriş yapan, öğrencilerine tuhaf testler uygulayıp yok yere uçuşlarını keserken bile bir bildiği olan bir tür ‘guru’.
Sonra... İşte mesele orada, sonra bir şey olmuyor. Bu karakter 124 dakika dolaşıyorlar perdede. Uçuş sahneleri güzel, evet,
Irkçılık, faşizm, ayrımcılık bir yatak buldu mu nasıl akıyor, nasıl coştukça coşuyor, insanı kendi kendini tanıyamaz hallere getiriyor, yaşadığımız dünyaya bakıp da hâlâ göremiyorsanız, Dot’un yeni oyunu ‘Öksüzler’i öneriyorum, kaçamayacağınız şekilde gözünüze sokuyor tehlikeyi
Aydınlık, huzurlu bir ev, şık bir sofra, daha da şık iki insan. Belli ki bir şey kutlamakta olan genç bir karı-koca bunlar, adlarını az sonra öğreneceğiz: Danny ve Helen. Birden kapı açılıyor ve adeta bomba düşüyor salonun ortasına. Helen’ın erkek kardeşi Liam giriyor içeri, üstü başı kan içinde. Yarım yamalak bir şeyler geveliyor.
Tenha bir sokakta bir çocuğa rastlamış, çocuk dövülmüşmüş, belki de bıçaklanmışmış, kesin olan şu ki çok kan kaybediyormuş. “Ben sadece onu kucakladım” diyor, “Sonra zaten kalktı koşarak uzaklaştı”.
Karı-koca dehşet içinde Liam’ı sorgulamaya başlıyor. Her bir bilgi diğeriyle çelişiyor. Zaten anlıyoruz ki Liam pek de tekin bir delikanlı değil. Ama işte anne babalarını küçük yaşta kaybettikleri için ablasının ‘tek ailesi’. Ve ‘aile’ ne pahasına olursa olsun korunmalıdır.
Onlar ırkçı mı?
Orada yaralı bir çocuk yatarken, belki de can çekişirken ne yapacakları üzerinde
Milliyet Sanat’taki Haluk Bilginer röportajıma gelen tepkilerden sonra “Bir oyuna gittim, beğendim” derken tereddüt ediyor insan haliyle. Buna rağmen Oyun Atölyesi’nin sahnelediği ‘Don Juan’ın Gecesi’ni hiç de fena bulmadığımı belirtmeliyim
Aslında pek de sevmediğim “Başıma bir şey gelmeyecekse...” kalıbını kullanmak geldi içimden bugün. Oyun Atölyesi’nin yeni oyunu ‘Don Juan’ın Gecesi’ni izledim ve başıma bir şey gelmeyecekse hiç de fena bulmadım. Hatta yine başıma bir şey gelmeyecekse Haluk Bilginer’i çok beğendim. Bu ‘endişemin’ nedeni bu ayki Milliyet Sanat dergisinde ve takiben parça parça bilumum gazetede yayımlanan röportajım. Bu arada yeri gelmişken, röportajımdan parçalar alıp benim ismimi kullanmadan, üstelik kendi imzasını atarak yayımlayan Hürriyet yazarı Sefa Kaplan’a selam ederim. Yakıştı mı yani?
Burada tekrar edecek halim yok, bir dolu konuda hayli çarpıcı ve ‘sert’ cümleler etti Haluk Bilginer. Benim işim de röportaj yaptığım kişinin söylediklerine müdahale etmek olmadığı için olduğu gibi yayımladım doğal olarak. Niçin çeşitli tiyatro sitelerinde yayınlanan öfkeli açık mektuplara maruz kaldığımı anlamış değilim. Hiçbir şeyin tartışılamadığı
İrili ufaklı parodileri, uzun süre tartışılacak sonuçlarıyla ‘Kadınların Portakalı’ kadınlara hiç yaramadı. 48. Altın Portakal’dan geriye de bu cümle kalacak gene: “Kadından jüri olmaz, olursa duygularına yenilir...”
Kadınların sürekli ‘çiçektir’, ‘baş tacıdır’, ‘narindir, incitmemek lazım’ diye diye katledildiği bir ülkede yaşarken, her tür ‘kadın’ etkinliğine kuşkuyla yaklaşıyorum ister istemez. Çünkü diyelim siz kadına şiddete dikkat çekmek için yola çıkıyorsunuz ve çok da önemli şeylere dikkat çekiyorsunuz, sonuç gene ‘bir grup kadın toplanmış, kendi aralarında eğlenmişler’e dönüyor. Tabii algının bu hale gelmesinde kadınların da katkısı yadsınamaz.
Misal, son Altın Portakal Film Festivali... Jürilerin tamamı kadınlardan oluşturuldu, kadın temasına ağırlık verildi ve bol miktarda kadın odaklı panel-söyleşi düzenlendi. Kadına yönelik şiddet, kadının toplumsal yaşamdaki yeri gibi tabii ki konuşulmaya değer konuları ele almak üzere... Ama bakınız, ‘Erkek egemen toplumda kadının sosyal statüsünün biçimleniş öyküsü’ gibi bir başlık taşıyan panel, konuşmacılardan Eyşan Özhim’in ‘temizlikçi kadın’ kılığına girerek gelişiyle anılır oldu. Ondan sonra gel de “Kadınlar
Bu sene hiç film yok. Bir Antalya Altın Portakal Film Festivali daha yarıyı geçip sona doğru hızla ilerlerken ne yazık ki her iki kişi yan yana geldiğinde söz aynı yere geliyor... “Film yok”Bugüne kadar görülen yarışma filmleri arasında favori,açık ara farkla Çiğdem Vitrinel’in ‘Geriye Kalan’ı.
Acımasız göründüğünü, haksızlık gibi geldiğini biliyorum. Yine de söylüyorum. Çünkü Türk sineması eleştirmeninden izleyicisine herkesi hayal kırıklığına uğratan bir sene yaşadı, daha da yaşayacak gibi görünüyor.
Adana Altın Koza’ya gidenler yaka silkerek döndü, Antalya’da durum daha da vahim. “Aman ne güzel, sürekli yeni film çekiliyor, sektör bir canlandı, bir canlandı” derken önemli bir unsuru, niteliği göz ardı eder olduk galiba. Evet, sürekli yeni film çekiliyor, hatta çokça da ilk film çekiliyor da, kaçı izlenebilir oluyor? Benim korkum, sinemasıyla yeni yeni barışmaya yüz tutan izleyicinin yine “Yandım Allah” diyerek salonlardan kaçmaya başlaması... Altın Portakal gibi bir festivalden, herkesin iç rahatlığıyla “Şunu mutlaka görün” diyeceği tek bir film çıkmıyorsa bu vahim değil midir?
Bunu son iki günün filmlerini hesaba katmayarak söylüyorum ve