Çok üzgünüm, bu ülkede hiç kimse Haydarpaşa Garı'ndaki yangının gerçekten kaza olduğuna, elden gelenin kesinlikle yapıldığına inanacak saflıkta değil artıkBeynimde yer etmiş onlarca Türk filmi sahnesinden birini bulmayı çok istedim. 'Gurbet Kuşları'ndan meşhur bir kare buldum sonunda, azıcık görünüyor ama Haydarpaşa Garı o kadarından bile tanınacak bir binadır.
Bu şehirde doğup büyüdüğüm halde bu görkemli binayı ben de pek çok Türk çocuğu gibi bir filmde gör-müştüm, ilk kez. İstanbul denince aklıma gelen ilk fotoğraftı: O kapıdan çıkılır, sayısız olduğuna inandığım merdivenlerin başında durulup manzaraya bakılırdı... Tabii tabii, elde bir tahta bavul olurdu, kuşkusuz. Ve koca şehre meydan okunurdu: "İstanbul dedikleri bu muymuş?" Evet, İstanbul dedikleri buydu.
Birkaç yıl önce başladı "Haydarpaşa Garı otel ve alışveriş merkezi olacak" söylentileri, otele ve alışveriş merkezine doyamayan topraklarımızda. Bütün tarihi binalar yerle bir olup yerine AVM dikilene kadar da doyulamayacak, belli ki.
II. Abdülhamit tarafından yaptırılan, inşaatına 1906'da başlanıp iki yıl gibi kısa bir sürede hizmete açılan şahane gar binası, I. Dünya Savaşı'nda deposundaki cephaneliğe
'Fatmagül'ün Suçu Ne?' dizisini tecavüz promosyoncusu ilan edenlerle aynı şeyi mi izliyoruz acaba?Şu 'Fatmagül' çılgınlığı üzerine bir cümle de ben etmemek için kendimi tutup duruyorum, suların durulmasını bekliyorum, olmuyor bir türlü. Neticede bu yazıyı, dizinin iki kadın senaristinden (Evet evet, hani şu AKP'li hanımefendi tarafından sapık ilan edilenlerden) birini uzun yıllardır tanıdığım, hayata bakışını, aklını, yüreğini bildiğim için yazmak istedim.
Ortada büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum çünkü. Ben ve birçok arkadaşım ilk bölümden beri diziyi "Helal olsun, toplumun iki yüzlülüğünü, tecavüze uğrayan kadına bir de ailesinin, yakınlarının, çevresinin tekme attığını nasıl tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne" diye izlerken, bir bakıyorum gazete yazılarında senaristler ve yapımcılar habire 'tecavüz promosyonu'yla suçlanıyorlar.
Hayır, neye dayanarak? Senaristlerin yayınladığı 'isyan mektubu'nda dedikleri gibi, o sahnenin çekimine kameraları mı çağırdılar? Medyaya oradan fotoğraflar, görüntüler mi dağıttılar?
Fragmanları o sahne üzerine mi kurdular?Hayır, hiçbiri. Vedat Türkali'nin o döneme de, bu döneme göre de çok cesur senaryosunun dizi olacağı
Geçen yıl çıkardıkları ‘Eski Arkadaş’ albümünden sonra yeni çalışmalara dair müjdeler beklerken Arkan’ın müzikal çalışmalarına artık tek başına devam edeceği haberi geldi. Önargılı olmak istemiyorum ama bu ayrılık çok canımı sıktı
Haberi duyalı birkaç ay oldu ama ben hep bir geri dönüş umudu beklediğimden elim varmadı bir türlü bir şey yazmaya. Ama artık kabul etmem gerekiyor ki, Hüsnü Arkan, ‘Ezginin Günlüğü’nden ayrıldı. Bu da benim en çok canımı sıkan ayrılık haberlerinden biri oldu.
Çünkü Hüsnü Arkan ‘Ezginin Günlüğü’nün sadece solisti değil, bana göre beyninin yarısı, bel kemiği, çok şeyiydi... Sanatın birçok dalına birden yatkın ama tabii ki politikaya da çok yakın bir adam olarak 1982’de cezaevine girmiş, ardından bir fiberglas tekneyle Çeşme’den Sakız Adası’na kaçmış, Atina mülteci kampından Amsterdam’a uzanan bir serüven yaşamıştı.
Şarkılarını Amsterdam’da yazmaya başlamış, Hezarfen diye bir grup kurmuş, Nadir Göktürk ile tanıştıktan sonra da ‘Ezginin Günlüğü’nün has elemanlarından biri olmuştu. Grubun da yolu değişmişti, birlikte yaptıkları ‘İstavrit’ albümünden itibaren. Artık kendi sözlerini besteler, farklı enstrümanlara yer verir, ‘Düşler Sokağı’, ‘Ebruli’,
Her yeni çıkan Dot oyununu ilk haftası içinde görmeyi neredeyse prensip haline getirmiş biri olarak, nedense ‘Malafa’ya gitmem biraz gecikti. Sezon sonunda İstanbul Tiyatro Festivali’nde oynadıklarından beri aklımdaydı oysa.
Bunu diğer Dot oyunlarından da daha fazla merak etmemin sebebi, zaman zaman İngiltere’den ithal tiyatro yapmakla suçlanan topluluğun bir yerli yazarla buluşmasından duyduğum heyecandı. Çünkü ‘Malafa’, ‘Kinyas ve Kayra’, ‘Ziyan’, ‘Piç’, ‘Zargana’ gibi kitaplarıyla fanatik bir okur kitlesine sahip olan Hakan Günday’ın 2005’te yayımlanan romanından kendi uyarladığı bir oyundu. Ve tam tahmin ettiğim gibi Dot ekibine bir eldiven gibi uymuştu.
Oyun, Antalya’daki dev bir kuyumcuda geçiyor, Topaz’da. Ağzı fazlasıyla laf yapan, becerikli tezgahtarların gelen turistleri soyup soğana çevirdiği, kapısından girenin tokatlanmadan çıkamadığı bir yer işte. Aslında tamamen kendi anayasası olan, satış için her yolun mübah olduğu başlıbaşına bir dünya. Hatta lisanı bile başka... Satıcılar karşılarındaki müşteriyi kazıklarken kendi aralarında özel terimler kullanıyorlar, ‘tezgaha getirilen’ kaz uyanmasın diye belki...
Kandırılmaya hazır olun
Murat Daltaban’ın sahneye koyduğu
Serinin son macerası ‘Harry Potter ve Ölüm Yadigarları’nın ilk bölümü, yarın sinemalarda. Hemen uyaralım, epey ürkütücü bir macerayla karşı karşıyayız
Baştan beri çocuk filmi demek pek mümkün değildi ona ama Harry Potter’ın bu son macerası büyükler için bile fazla ‘karanlık’, bunu söyleyerek gireyim söze. Yarın gösterime giriyor ‘Harry Potter ve Ölüm Yadigarları’, hani bayram günüdür çoluk çocuk eğlenelim gibi bir niyetiniz varsa pek tavsiye etmem. Buna karşılık, fantastik film meraklılarının ve de maceraperestlerin kesinlikle görmesini öneririm.
Yönetmen koltuğunda üçüncü kez David Yates’in oturduğu son ‘Harry Potter’da artık tam bir dehşet atmosferi hakim. Harry, Hermione ve Ron yıllar içinde gözümüzün önünde serpilip büyürken, ismini anmak istemediğimiz Voldemort’un da gücü katlanarak artmış vaziyette. Hogwarts da Sihir Bakanlığı da onun hakimiyeti altında artık, Harry Potter’ı yok etmeye an be an yaklaşmakta. Üstelik artık kahramanlarımızı koruyacak bir Dumbledore bile yok. Gözüpek üçlümüz ise ondan kendilerine kalan miraslar ışığında Dumbledore’un yarım kalan işini tamamlamayı kafaya koyuyor. Görevleri, Voldemort’un ölümsüzlük sırrını taşıyan ‘hortkulukları’ bulup
Çağan Irmak’ın yeni filmi ‘Prensesin Uykusu’ masallara, mucizelere, iyiliklere inanmaya ihtiyaç duyanlar için...
Masallar belli bir yaşta terk edilir, ne fena... O çocukken varlığıyla zenginleştiğimiz şeylere, birdenbire konuşuveren hayvanlara, insana hayatın sırrını veren ağaçlara, meleklere, mucizelere inanmaktan vazgeçeriz büyüdükçe. Sanki artık onlara ihtiyacımız yokmuş gibi...
Giderek iyi olan her şeye inancımızı kaybederiz. Doğaüstü güçler taşımasına gerek yok, sadece iyi insanlar bile masal dünyasına aittir artık bizim için. İyilik yapanın mutlaka bir art niyeti vardır, bir çıkarı vardır, yoksa niye bir başkası için parmağını kıpırdatsın ki insan?
Hal böyle olunca şimdi size anlatacağım Aziz de fantastik bir karakter gibi kalıyor tabii. Aziz (Çağlar Çorumlu), Çağan Irmak’ın son filmi ‘Prensesin Uykusu’nun kahramanı. Bir kütüphanede çalışıyor, yetimhaneden arkadaşı Neşet (Alican Yücesoy) ile aynı evde yaşıyor, çok sakin, sıradan, pek çoklarına göre sıkıcı bir hayatı var. Ama kendisi çok memnun bu hayattan. Yüzünde bir gülümsemeyle doğmuş, bunu bütün hayatı boyunca korumuş.
Bir gün o dingin hayatına bir hareket geliyor: Apartmana yeni komşular
Kumbaracı50, 1'inci yaş gününü 'Altıdan Sonra Tiyatro'nun orada çıkan ilk ürünü 'Fail-i Müşterek' ile kutladı
"B ir gün herkes 15 dakikalığına insan olacak... O güne kadar tüm fiillermüşterek..."
Son cümlesi benimle beraber geldi oyunun. En çok o kaldı, düşündürdü, kurcaladı, rahatsız etti... Tam da hedeflendiği gibi.
Yiğit Sertdemir, sık sık 'en büyük sorununun oyun yazarı' olduğu tekrarlanan tiyatromuzun yıllardır çıkardığı en parlak isimlerden biri. Yönetmen ve oyuncu olarak da, ama en çok yazar olarak. O hem bir İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncusu, hem Altıdan Sonra Tiyatro'nun beyni, omurgası. Ve hayırlı bir iş için bir araya gelmekten aciz toplumumuzun şaşırtıcı 'fail-i müşterek'lerinden olan Kumbaracı50'nin temel taşlarından biri.
Kumbaracı50, geçtiğimiz hafta birinci yaş gününü kutladı. Öncesinde de Altıdan Sonra Tiyatro'nun bu mekanda çıkardığı ilk ürün olan 'Fail-i Müşterek'i izledik. Görünüşte tek kişilik bir oyun; 'yazan - tasarlayan - aktaran: Yiğit Sertdemir'. Ama 'dış gözler' var, müziği, ışığı tasarlayanlar, videoları çekenler, bölümleri birbirine bağlayan röportajları yapanlar... Tek tek isimlerini yazacak yerim olmadığı için üzgünüm
İtiraf ediyorum, adını duyduğumda bir süre seri halinde üretilen o zevzek komedilerden biri sandım. Zaten akılda tutması da, tekrar etmesi de zordu: ‘Vay Arkadaş - Manik, Tik, Dildo’.
Fakat oyuncu kadrosu dikkatimi çekti, her biri çok yetenekli ve hayattaki seçimleriyle de özel bir yerde duran, ısrarla takip ettiğim isimlerdi, içimden bir ses buradan kötü bir şey çıkamayacağını söyledi, nitekim ne kadar haklıymışım.
İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde yaşayan üç arkadaşın hikayesini anlatıyor ‘Vay Arkadaş’. Son derece matrak geri dönüşlerle izlediğimiz, ayrı ayrı sorunlu çocuklukları olmuş. Sonuçta ortaya her biri karakter özelliğini adında taşıyan üç genç adam; Manik (Ali Atay), Tik (Fırat Tanış) ve Dildo (Mete Horozoğlu) çıkmış. Bir baltaya sap olamamış, iyi niyetli ama serseri üç arkadaş. İhtiyaç halinde araba çalıp parçalayıp satıyorlar.
Nitekim, bir ihtiyaç doğuyor: Dildo’nun bir bodrum katında feci koşullarda yaşayan babasının (Rasim Öztekin) ameliyat olması gerekiyor. Gidip birer araba çalıp getiriyorlar ve her bir bagajdan ayrı bir bela çıkıyor. Birden hayatlarına uyuşturucu mafyası, bir cinayet, bolca kokain ve de komiser kızı Nil (Demet Evgar) giriyor. Bundan