ABD tiyatrosunun parlak çocuğu Neil Labute’un ‘güzellik üçlemesi’nin üçüncü ayağı ‘Zorla Güzellik’, Kent Oyuncuları tarafından sahneleniyor
Birkaç yıl önce Aksanat’ta ‘Şeylerin Şekli’ni izlediğimde çok etkilenmiştim. Yönetmen Mehmet Ergen seyircileri değişen sahneyle beraber kattan kata taşıyordu, ilginç bir deneyimdi. Ayrıca çok iyi bir genç oyuncu kadrosu vardı. Özellikle Bartu Küçükçağlayan’ı keşfettiğimiz oyundu.
Ama hepsinden önce, çok ilginç bir yazarla tanıştığım için etkilenmiştim ‘Şeylerin Şekli’nden: 1963 doğumlu Neil Labute ile. ABD’nin son yıllardaki en parlak tiyatro adamlarından biri Labute. Detroit’de doğup Washington’da büyümüş, Brigham Young Üniversitesi’nde tiyatro okumuş, 1981’de Mormon Kilisesi’ne katılmış. (Bu dinin esaslarını hatırlatalım: Tütün, alkol ve eşcinsellik yasak, erkekler çokeşli bir yaşam sürmekte.) Adamımız 2005’te bu kiliseden ayrıldığını açıklasa da, konuyla ilgili sorulara maruz kalmaya devam ediyor haliyle.
Oyun yazmaya üniversitedeyken başlamış Labute, ama yazdığı oyunların çoğu bir kez oynanıp yasaklanmış. 1993’te, Royal Academy of London’daki lisansüstü çalışmalarının ardından sahnelediği ‘In the Company of Men’ oyununu daha sonra
Robert de Niro’nun o meşhur “Seni izliyorum” işaretiyle gündelik hayatımıza giren ‘Fockers’ ailesi bir kez daha beyazperdede ve bu hafta sinemalarımızdaKomediden hoşlanmayanların bile kayıtsız kalamayacağı bir aile bu Fockers’lar. Evet, kesinlikle kendimden biliyorum. Adamımız, Greg Focker (Ben Stiller), bir hemşire. Anne babası, soyadı başına yeterince bela açmayacakmış gibi bir de Gaylord adını vererek iyice zorlaştırmışlar oğullarının hayatını. O da sonunda adını Greg olarak değiştirmiş. Maceranın başında, - ki bu 2000 senesine tekabül ediyor - evlenme teklif etmeye hazırlandığı kız arkadaşının ailesiyle tanışmaya gidiyor ve başına gelmedik kalmıyordu. Çünkü karşısında dünyanın en tuhaf adamlarından biri olan CIA’den emekli kayınpeder vardı. Robert de Niro’nun ölümsüzleştirdiği kayınpeder Jack Byrnes, soyunu sopunu araştırıp asla memnun olmadığı damat adayını yalan makinesine bile bağlıyordu ve her daim ‘gözü üzerinde’ idi.
Her şeye rağmen birbirlerinden vazgeçmeyen Greg ile Pam sonunda evlendiler, ikizleri oldu: Maceranın üçüncü bölümüne isimlerini veren ‘Küçük Focker’lar. Bu hafta
‘Zor Baba 3’ adıyla gösterime giren filmde, ikizlerimizin yaş günü yaklaşmakta.
Salı akşamları Kanal D’de yayınlanan ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisindeki felaketler izleyicide gözyaşı bırakmadıNasıl oluyorsa oluyor, televizyonda severek izlediğim hiçbir şey kalıcı olmuyor. Ya tez zamanda reyting bahanesiyle yayından kalkıyor, ya artık o sevdiğim dizi olmaktan çıkıyor. En son örneğini ‘Çakıltaşları’nda yaşamıştım. Dünya tatlısı bir komedi olarak başlayan dizi, beş altı bölüm içinde tuhaf bir drama dönüştü. O tanıyıp sevdiğimiz gençlerin içinden birer canavar çıktı. Ama bu formül de tutmamış olacak ki dizi tarihe karıştı.
Şimdi ne yazık ki aynı durum ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ için geçerli olmaya başladı. Daha ilk bölümünden, incelikli senaryosuyla, dönemi çok iyi yansıtan atmosferiyle, iyi oyuncularıyla her kesimden seyirciyi kavramış bir diziydi. Sahici bir hikayeyi doğru düzgün anlatıyor, reyting uğruna işi sulandırmıyor, ucuz numaralara kaçmıyordu. Evet, bilhassa küçük Osman’ın akıllara durgunluk veren oyunculuk yeteneği sayesinde ekran karşısında bir miktar gözyaşı döktürüyordu ama inandırıcıydı ve ‘keyifle’ izleniyordu.
Erol Taş, Ali Kaptan’ın yanında hiç kalırDi-li geçmiş zaman kullandığım için çok üzgünüm ama ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’yi
Başrolünde İsmail Hacıoğlu’nun oynadığı ‘Çakal’, arka sokaklardaki sayısız amaçsız, umutsuz, geleceksiz gençten birinin hikayesini anlatıyorDaha sinemadan çıkar çıkmaz hakkında hüküm verebileceğiniz bir film değildi ‘Çakal’. En azından benim için öyle değildi. “Sevdim” diyecek halim yoktu, ‘sevilecek’ bir film değil. “Nasıl buldun?” sorularına “Bilmiyorum” diye cevap verdim bir süre. Bilemedim.
Sonra baktım, Akın denen karakter bırakmıyor peşimi. Birkaç gün yerli yersiz hatırlattı kendini. Kah sessiz öfkesiyle, kah sürekli dayak yemiş - bu yüzden çakala dönüşmesine ramak kalmış - yavru köpek bakışlarıyla... Sonunda kabul ettim: “Çakal, etkileyici bir film.”
Üstelik de bir ‘ilk film’. Yönetmeni, daha önce birkaç televizyon dizisinin reji ve sanat ekibinde yer almış Erhan Kozan. Senaryosu, yine 2-3 dizide imzası bulunan Sertan Telli’ye ait.
Çok şart olmadıkça, hatta bazen şart olduğunda bile konuşmayan Akın, kendi kafa sesinden öğrendiğimiz gibi, ‘çocukluğundan beri hep iyi biri olmak istemiş, ama olamamış. Belki de iyi ne demek onu bile bilmeyen’ bir genç adam. Arka sokaklardaki sayısız amaçsız, umutsuz, geleceksiz gençten biri. Filmin tek gerçek iyi adamı marangoz Nurhan
Filiz Aygündüz, ilk romanı 'Kaç Zil Kaldı Örtmenim?'de o güne dek ekrandan gördüğü 'uzak'taki köye tayini çıkan 23 yaşında bir öğretmenin hikayesini anlatıyorİnsanın daha hayali kurulurken haberdar olduğu, yazılış dönemine tanıklık ettiği bir romanı eline alması çok heyecanlıymış. Hele hele bu bir 'ilk' romansa. Altı yıldır burun buruna çalıştığım Filiz Aygündüz'ün (Milliyet Sanat dergisinin ve Milliyet Kitap'ın yayın yönetmeni) arkadaşım olduğunu saklayacak halim yok. Komik olur, sahtekarlık olur.
"Bu yüzden bu yazıyı yazmamalı mıyım?" diye de düşündüm. Ama o da haksızlık olur. Çünkü bu kitap Filiz Aygündüz yerine hangi isimle gelse yazmak isterdim ben. Ve zaten Filiz'in Diyarbakır'da öğretmenlik yaptığı yıllardan biriktirdiği insan hikayeleriyle örülen 'Kaç Zil Kaldı Örtmenim?' daha ilk sayfasından öyle bir bağımsızlığını ilan etti ki, karakterler alıp başlarını bildikleri yere gittiler, ben de çoğunlukla unuttum, okuduğumun arkadaşımın elinden çıktığını. Roman beni de aldı götürdü.
Uzaktaki köye gidiş
Hikayeyi ağzından dinlediğimiz kahramanımız, İstanbullu bir genç öğretmen adayı. 23 yaşında fakülteyi bitiriyor ve tayini Diyarbakır Silvan'a çıkıyor. Annesinin
Öyle konular var ki, klişelerden kaçmanın imkanı yok. Mesela Zülfü Livaneli’nin 40’ıncı sanat yılı nedeniyle yeniden yayınlanan ‘Bütün Eserleri Serisi’ için kullanılan, “Onun şarkılarıyla büyüdük!” sloganı. Öyle oldu, başka nasıl söylenir ki?
Bizim evde bir pikap vardı, benim boyum kadardı. Koca koca 33’lük plakların arasından kapağındaki Abidin Dino resminden tanıdığım vardı bir tane. Tabii o zaman bir çiçek resmiydi benim için. Onu alır koyardım, “Dünyanın ucunda bir gül açılmış...” diye başlardı “Merhaba”.
Büyüdüm, kendi başıma gittiğim ilk konser bir Zülfü Livaneli konseri oldu. Ne zaman arkadaşlar toplansak, biri “Karlı Kayın Ormanı” diye söze girer, hep birden katılırdık. “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” diye soran bir grup çocuk... Ve de “Okulda defterine, sıraya, ağaçlara” “Ey Özgürlük!” yazan...
Hiroşima’yı, ‘ölü çocukların büyümediğini’ ben ilk ‘Kız Çocuğu’ şarkısıyla öğrendim, sonra merak edip okudum, hatırlıyorum...
Cumhuriyet Gazetesi’nde toy bir muhabirdim Uğur Mumcu’yu ‘Yiğidim Aslanım’ ile yolcu ettiğimizde...
Neredeyse bütün Livaneli şarkılarıyla hayatımın başka başka dönemlerinde anılarım var.
Her dilde Livaneli
Belki kiminize yeni gibi gelecek ama, müzik camiasında çok bilinen bir isimdir Saki. Soyadı da ayrı bir öykü anlatır tabii ama tek başına ‘Saki’ de yeter.
Ben, kendisini Vedat Sakman’ın orkestrasında piyano çalan çok yetenekli çocuk olarak tanıdım önce. Sonra bir gece bir tür ‘stand up’ yaptı orada. Babasıyla ilgili inanılmaz hikayeler anlatıyordu, babası kim, merak ettim ve ‘başlı başına bir derya‘ olan Çimen ailesini böyle tanımaya başladım.
11 beste ve anonim bir türkü
Babası, Mazlum Çimen’di, balet ve müzisyen. Dedesi, halk ozanı Nesimi Çimen. Kendisi, içindeki Doğu’yu muhafaza ederek Batı’ya yelken açmış bir piyanist. Bir gün albüm yaparsa ortaya ne çıkacağını hep merak etmiştim, artık biliyorum: Çimen Müzik etiketiyle çıktı Saki’nin ilk albümü ‘Rastgele’. İçinde kendisine ait 11 beste ve bir de anonim türkü var.
Tam kendisi gibi, çok renkli, çok sesli, Doğu ile Batı arasında son derece kıvrak bir şekilde dolaşan bir albüm olmuş. Usta bir müzisyenler topluluğuyla çalıyor Saki bütün parçaları. Ama özellikle bir parçada bir ‘ünlüler geçidi’ mevcut. Albüme adını veren parça bu, ‘Rastgele’. İki versiyonu var albümde; bir ‘All Star’, bir de çok matrak bulduğum için söylemeden
Eh, muhtemelen bu filmden pek çok kişiye bu cümle kalacak: “Bakış açısını değiştirin!” Özlediğimiz Şener Şen’in ilk göründüğü, Ferman Komiser’le ilk tanıştığımız sahneyle beraber bu cümleyi takip ediyoruz filmde çünkü. Nitekim, Yavuz Turgul’un son filmi ‘Av Mevsimi’nin fitilini ateşleyen de, altı sene önce gördüğü bir Yavuz Tahyeli resmindeki o cümle olmuş: “Yeni bir şeylerin görüleceği aralıklar mutlaka vardır.”
Her ne kadar Yavuz Turgul dertlerinin klasik bir polisiyedeki gibi sağ gösterip sol vurmak olmadığını, bir cinayetin ruhlar üzerindeki etkileriyle ilgilendiklerini söylediyse de, ben gene de filmin tadını kaçırmak istemiyorum. Ben nasıl mümkün olan en ‘saf’ kafayla izlediysem ‘Av Mevsimi’ni, bu yazıyı okuyanlar da aynı hakka sahip olmalı.
Diyeceğim, bir gün gölde genç bir kıza ait olduğu anlaşılan kesik bir el bulunuyor, üç polis de onun izini sürüyor: Ferman Komiser (nam-ı diğer Avcı), ‘Deli’ lakaplı ‘Karadeniz uşağı’ İdris (Cem Yılmaz) ve de antropoloji mezunu ‘Çömez’ Hasan. (Okan Yalabık)
İnce ince örülmüş üç karakter
Hepsinin kendi tatlı-hazin hikayeleri... Diğer yanda, kurban, torbacılıktan sabıkalı 16 yaşındaki Pamuk... Onun serseri sevgilisi Asit Ömer (Rıza