“Adam olacak çocuk” denince aklınıza gelenleri unutun bir kere. Hani ‘umut vaat ediyor’, ‘çalışırsa olur’ filan değil bu, düpedüz ‘olmuş’, daha 19 yaşında. Kanadalı bir ‘çocuk oyuncu’ Xavier Dolan (bizim Ayşecik, Ömercik tayfasından yani). Çok seviyor oynamayı. Filmler, diziler derken yaş geliyor 15 - 16’ya. O eski sevimlilik, ‘ah canım’ hal de kalmıyor tabii, birden teklif gelmez oluyor.
Oturup bekliyor olmuyor, seçmelere katılıyor olmuyor. Bakıyor ki kimse ona rol vermeyecek, “Ben” diyor, “Bir şey yazayım kendim için.”Ne var hayatının merkezinde o aralar? Pek çok ergen gibi tahammül etmekte zorlandığı annesiyle ilişkisi. Hem sevdiği, hem nefret ettiği, hem öldürmek isteyip hem başına bir şey gelecek olsa kurtarmak için ortaya hayatını koyabileceği...
Hem çok tatlı, hem komik
Neticede oturup bir senaryo yazıyor, 17 yaşında bitirip son noktayı koyuyor. Bu arada “Bunu çekmek de zevkli olmaz mı?” diye bir fikir düşüyor aklına. Buna niyetleniyor ama para da bulması lazım. Quebec’de adet devlet yardımıyla yapmak filmleri. Kimse elini cebine atmak istemiyor, destek alamamış filmler unutulacak projeler çöplüğüne gidiyor doğrudan.
Buna da baş eğmiyor asi gencimiz ve eşinden
Tophane’deki galerilere düzenlenen saldırıdan daha dehşet verici olan, kimi haberlerde gördüğümüz ‘olanı normalleştirme’ çabaları
“Emniyet ve belediyeden aldığım bilgiye göre çıkan kavga içki yüzünden değil sokaktan geçen bir kadına sarkıntılık yüzünden çıkmış.”
Kimin sözü bu? Biricik Suden’in. İstanbul’un bir semtinde, sanat galerileri saldırıya uğramış, cam çerçeve indirilmiş, içeridekiler hastanelik olmuş, bu konuda fikir beyan etmesi istenen Suden’in cevabı bu.
Kendisi modacı, eşi Mazhar Alanson Türkiye’nin önde gelen müzik insanlarından biri ve bir sanat olayına düzenlenen saldırıya gösterdiği tepki bu olabiliyor. Üstelik daha soruşturması süren bir olay hakkında, ‘emniyetten ve belediyeden’ aldığı bilgiye dayanarak!
Kaldı ki ortada bunu doğrulayacak hiçbir kanıt, ‘taciz edildiği’ gerekçesiyle şikayetçi olmuş bir kadın, o var sayılan taciz üzerine çıkmış bir ağız dalaşı filan yokken. Yani bir ‘kavga’ yok burada, bir ‘saldırı’ var.
Buradan çıkardığım sonuç: Eğer bir MFÖ konserinde biri bir kadına laf atıldığını iddia ederse milletin toplanıp sahneyi taşlamasını, konser mekanını yerlebir etmesi makul bulacak Biricik Hanım.
Acar tedirgin değilmiş
Heyecanla beklediğim TRT’nin yeni yapımı ‘Küstüm Çiçeği’ çok iç açıcı bir dizi. Arada yormayan, hayatın akışına benzeyen işlere de ihtiyaç var
Fragmanlarını gördüğümden beri sabırsızlıkla bekliyordum ‘Küstüm Çiçeği’ni. Daha Orhan Gencebay’ın şarkısıyla gönül telimizi titretiyordu. Mutfakta geçiyordu sonra. Sevimli ve sıcak bir dizi olacağı belliydi. Üzerine Füsun Demirel vardı. Yetmezmiş gibi Ali Erkazan, Erdal Tosun, ‘Canım Ailem’in ‘Yiğido’su Sezgi Mengi, geçen yıl Özen Yula’nın ‘Ay Tedirginliği’nde izleyip ne iyi bir tiyatro oyuncusu olduğunu keşfettiğimiz ‘Beyaz Gelincik’ Sezin Akbaşoğulları ... Belli ki ağır dramlardan bunalan, zevzek komedilerden sıkılan bünyelere uygun bir iş vardı karşımızda.
Nitekim, ilk bölümünü perşembe akşamı TRT’de izleyince de yanılmadığımı gördüm. Hakikaten iç açıcı bir dizi ‘Küstüm Çiçeği’. Bir de ben reyting korkusundan bir diziye bağlanmaktan korkuyorum artık, tam seviyorsunuz, dizi kalkıveriyor. Bu TRT’de, o deli yarışın dışında bir iş. Bu yüzden rahat edebiliriz, rekabet uğruna ürkütücü manevralar yapmayacakları ortada.
Senaryo düzgün, kadro renkli
Konusuna gelince, Kilisli iki düşman ailenin çocukları olan Asuman (Füsun
İsveçli gazeteci - yazar Stieg Larsson’un yayımlandığını göremeden öldüğü ‘Millenium Üçlemesi’nin ilk halkasından uyarlanan ‘Ejderha Dövmeli Kız’ sinemalarda
50 yaşına merdiven dayamış bir gazeteci olacaksınız, aşırı sağcı örgütler ve neo - naziler uzmanlık alanınız olacak, ama geçiminizi bir haber ajansında grafikerlik yaparak sağlıyor olacaksınız. Habire tehdit aldığınız için sevgilinizle evlenemeyeceksiniz, nerede yaşadığınız bilinmesin diye.
Bir gün bir polisiye roman dizisi yazmaya karar vereceksiniz. 10 ciltten oluşmasını planlayacaksınız, önünüzde uzunca bir yol olduğunu düşünerek. İlk üçünü tamamlayıp vereceksiniz yayınevine. Geçtiği ülkenin tüm kurumlarına ağır eleştiri okları saplayan, ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına kafa tutan, devletin kirli yüzünü gözler önüne seren kitaplar olacak her biri. Cesur kitaplar.
Ama işte 50’nci yaş gününüzü birkaç ay önce kutlamışken, çalıştığınız ajansın merdivenlerine yığılıp kalacaksınız. Kitaplarınızı raflarda göremeden, onların bütün dünyayı nasıl kasıp kavuracağını, 30’a milyona yakın satacağını bilemeden.
Bizdeki tabirle ‘hayat arkadaşınıza’ teslim ettiğiniz vasiyetnamede, kitaplarınızın gelirini ‘komünist
Elizabeth Gilbert’ın çok satan kitabı ‘Eat, Pray, Love’ filminin gösterime girmesine çeyrek kala Türkiye’de patlama yaptı. Ne yazık ki kötü bir çeviriyle
Bu sürekli olarak kendini oralarda buralarda arama hikayelerinden artık çok sıkıldığımı belirterek girmek istiyorum söze. Herkeste bir arayıştır gidiyor. Çoğunlukla Doğu’yu gösteriyor ‘iç yolculuk’ların ibresi. 35 sene bir kariyerin, bir hayatın, belki bir evliliğin peşinden koşmuşsun, meğer hepsi boşmuş, hadi bakalım düşelim bir ‘guru’nun peşine. Hazin de aynı zamanda... Kendi duyamadığımız iç sesimizi, kendi göremediğimiz ‘öz’ümüzü bulmak için yaban illerden, ellerden medet ummak.
Ama son yılların modası bu, herhalde eskiden kimse kaybolmuyordu ya da belki o zamanlar bu işler bu kadar ‘satmıyordu’, kimbilir...
Bunca gevezeliği, ‘Ferrarisini Satan Bilge’nin kadın versiyonu diyebileceğimiz ‘Eat, Pray, Love’ın memleketimizdeki yükselişi şerefine yaptım. Yaz başında plajlarda Pucca’nın hakimiyeti olacağını öngörmüştüm, yanılmışım. Şezlong başına bir ‘Ye, Dua Et, Sev’ düşüyor şu anda. Ekim başında gösterime girecek filminden Julia Roberts ve Javier Bardem’li kareler içeren yenilenmiş kapağıyla.
Amerika’da aylarca liste
Hani muhtelif reklamlarımız var ya, dağın başında da ‘ulaşılabilir’ olacaksınız, denizin dibine de dalsanız sizi bulabilirler. Baz istasyonlarımız her yerde, Türkiye’nin, dünyanın dört bir yanında! Bütün dünya elinizin altında, artık dağ başı da bir size, şehrin göbeği de. Her yerde, her an alışık olduğunuz hızlı kent hayatını yaşayabilirsiniz. Yeter ki tempo hiç ama hiç düşmesin!
Bütün bunların tam tersiyle övünen ve günden güne bu yolda adımlar atan bir kentten söz edildiğinde, insan bir durup düşünüyor kuşkusuz. Adlarını ‘Cittaslow’ koymuşlar, nedir bu? İtalyanca, İngilizce olarak ‘Yavaş şehir’ demek. ‘Yavaş’lığın tembelliğe, hımbıllığa, çağdışılığa eşdeğer kabul edildiği bir dönemde güle oynaya bunu seçmek de neyin nesi?
İzmir’in dünya güzeli ilçesi Seferihisar’a gidene kadar benim de kafamdan bu tür sorular gelip geçmişti. Neydi yani bu Cittaslow?
1999 yılında İtalya’da Grece in Chianti’nin o dönemki belediye başkanı Paolo Saturnini’nin ortaya attığı bir projeydi. Kentlerin kendi özelliklerini değerlendirmelerini, bu doğrultuda kendilerine özel bir kalkınma modeli geliştirmelerini öngörüyordu. Öyle ya, her yerin doğal, kültürel özellikleri başka başkaydı ve
‘bi
Yalnızca bu soru bile kitabı çantama atmama yetti. Nick Hornby’nin ‘31 Şarkı’sını, içinde geçen şarkılar eşliğinde okumak müthiş oluyor
Rafta ‘31 Şarkı’yı görür görmez kelimenin tam anlamıyla üzerine atladım. Onun romanından uyarlanan ‘High Fidelity’ filmini izlediğimden beri Nick Hornby’nin her yeni kitabı bende bu etkiyi yaratıyor. Hiç de ilgi alanıma girmeyen bir konuyu bile, misal futbol, ondan okumayı seviyorum, değil ki müzik üzerine yazmış olsun...
Arka kapağını çeviriyorum ve okumaya başlıyorum: “Klasik müziği sevmiyorum,” diye başlıyor. “Eyvah” diyorum ben. Memleketin son bir buçuk ayına damgasını vuran mevzuyu hatırlayarak devam ediyorum okumaya. (Hayır o tartışmaya dair herhangi bir isim anmak ya da hatırlatma yapmak niyetinde değilim, bilen bilir, unutabilen olmuşsa ne mutlu ona.) Sebeplerini sıralayarak devam ediyor Nick Hornby söze, cesur da tabii, birilerinin onu çarmıha germesinden filan korkmadan söylüyor sözünü: “Çünkü kilise müziğine benziyor; çünkü, en azından benim kulağıma göre, bir günü, bir haftayı, bir hayatı oluşturan ufak duygularla ilgilenmiyor; çünkü, geri vokaller, bas yürüyüşleri, gitar soloları yok; çünkü klasik müziği
Kız, kilometrelerce uzaklıktaki sevgilisiyle konuşmaya çalışıyor telefonda. Yanındaki kız arkadaşı hop, çekip alıyor telefonu elinden ve “Erin seninle konuşmak istemiyor. Kendisini önemseyen biriyle çıkacak o artık!” diyor karşı taraftaki kişiye.
Erin apar topar dışarı atıyor kendisini ve tabii ki bir açıklama yapması gerekiyor sevgilisine. “Aramızdaki kavgayı anlattım da” diyor, “Biz kızız yapacak bir şey yok, böyle yaşıyoruz.”
Tam bir kız filmi
Bugün gösterime giren ‘Seni Uzaktan Sevmek’ (Going the Distance) adlı filmden bir sahne bu. Genel olarak, Drew Barrymore’un bütün sempatisinin üzerine kurulan bir klasik romantik komedi. Bildiğiniz, evde toplanarak pizza - dondurma filan eşliğinde izlenecek ‘kız filmi’. Yukarıda anlattığım sahneden de anlaşılacağı gibi...
Konusuna gelince; Erin, daha önce bir erkek uğruna kendi hayatını - kariyerini feda etmiş, onun peşinden diyar diyar gezmiş, bu nedenle de istediği her şeye geç kalmış 31 yaşında bir stajyer gazeteci. New York’ta bir gazetede staj yapıyor, okulu ise San Fransisco’da.
Tam dönüşüne altı hafta kala barda Garret’la (Juntin Long) tanışıyor. Garret da kız arkadaşı tarafından o gün terk edilmiş, erkek arkadaşlarıyla