15 yaş kâbusu

27 Ekim 2009

Kendisi de ergenliğin eşiğinde bir kız çocuk annesi olan lise arkadaşımla konuşuyoruz geçen gün. “Çocukların yarıştığı şu yeni şarkı yarışmasını izledin mi?” diye sordu.
“Ne yenisi, o ne zamandır sürüyor” dedim, “Yok, bu yeni, bunlar 15 yaşında. Korkunç bir şey” dedi. Hayır, halihazırda sürmekte olandan daha mı korkunç? Olabilir mi böyle bir şey? Baktım, ısrarlı, ben de geçen gün denk gelip izledim. İzledikçe kan dalga dalga beynime tırmandı.
Yarışmanın adı “Yaş 15”. Ne hikmetse yarışmacıların tamamı kız, herhalde erkek çocukları 15 olmuyorlar memleketimizde. Yoksa kızlar görsel malzeme olarak daha mı cazipler? Ya da ben mi çok kötü niyetliyim?
Hadi bunu geçelim, yarışmanın gailesine bakalım: Ortada 10 adet kız çocuğu var. Hiçbirinin aman aman bir sesi yok, ama tabii gencecikler, heyecanlılar, hevesliler, çocuklar işte. Ağır ağır makyajlarla çıkıyorlar oraya, en Lolita halleriyle şarkılarını söylüyorlar, anneleri de onları destekliyor. Hatta puanlamada sona kalanların anneleriyle beraber birer şarkı söylemesi gerekiyor ki belki de yarışmanın en sevimli anı bu. Zira annelerinin yanında hâlâ çocuklar... Anneleri onları bu yarışmaya soktuğuna göre bunun farkında olmasa da...

Yazının Devamı

Sinemanın ‘utanç adamları’!

22 Ekim 2009

Saygı salt kılık kıyafetle belli edilen bir şey midir? Bir festival açılışına, kapanışına smokin giymiyorsan oraya değer vermiyorsun anlamına mı gelir? Kimi insan ancak kendisini belli kılıklar içinde rahat hisseder, öbürünü eğreti taşır üstünde, mümkünse giymek istemez. Ya da ihtimal, yoktur smokini. Olamaz mı?
Olamaz! 46. Altın Portakal Film Festivali sonrası da her seneki gibi ödül alan yönetmenlerin kıyafetleri mesele oldu. Açılışta jüri üyesi Sırrı Süreyya Önder’in kısa kollu tişört giymesini de şefkatli bir dille eleştiren Hıncal Uluç, en iyi film ödülünü alan İnal Temelkuran’ı yerden yere vurmuş yazısında.

Baykal tokat atsaymış
Pantolon dışına sarkan gömleği büyük hakaret sayıyor festivale, Antalya’ya ve de ödülü veren Deniz Baykal’a.
“Düşmez ya.. Yolları mesela Cannes’a düşse, hem de nasıl smokinler giyip koşar bunlar.. Yaşadık, şahit olduk.. Ama gavurun yaptığı kutsaldır. Biz yaparsak, köpek muamelesi... Ve bu utanç adamlarına ödül vermek için festival düzenliyoruz bir de...“
‘Utanç adamları’ mı?

Yazının Devamı

Sevabıyla günahıyla Altın Portakal

20 Ekim 2009

Enteresandır, “Altın Portakal nasıl geçti?”nin ilk cevabı ‘yorucu’ olabilir bu sene. Genel sanat yönetmenliğini bugün hayatımıza ışık vermekte olan pek çok festivalin kurucularından olan Vecdi Sayar’ın yaptığı bu ilk Altın Portakal, kesinlikle zengin, ama aslında kolayca halledilebilecek irili ufaklı aksaklıklar yüzünden biraz yıpratıcı idi.
Önce bardağın dolu kısmından başlayalım... Çok iyi filmler izledik. Türk sinemasının alıp başını gittiğine dair kesin göstergelerle karşılaştık, çok mutlu olduk.
“Bu ülke hikâye yönünden çok zengin” sözünün nihayet yerini bulduğunu gördük. Ve fakat bunların çoğunluk erkek hikâyesi olduğunu, artık kadınların da kendi hikâyelerini anlatmalarının zamanının geldiğini düşündük.

Halk sahiplendi
Dünya sinemasından da çok sayıda iyi film vardı festivalde sonra. İstanbul’da görmek için Filmekimi’nin yolunu gözlediğimiz kimi filmler Antalya’da günyüzüne çıktı bile. Misal, Angelopoulos’un son filmi, üstelik yönetmenin katılımıyla gösterildi.
Halk ciddi şekilde sahiplenmişti bu yıl Altın Portakal’ı. Salonlar hep hıncahınç doluydu, gösterim sonrasındaki söyleşiler de öyle. Dizi oyuncularıyla yan yana fotoğraf ‘çekinmekten’ öte bir iletişim vardı

Yazının Devamı

Önce ufukta açılım gerek

15 Ekim 2009

Kürt açılımıyla ilgili neler söyleniyorsa, kim hangi iddiayla açılımı destekliyor ya da köstekliyorsa, önce bir film görmelerini önereceğim. Adı “İki Dil Bir Bavul”. İki yönetmen; Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan, bir Kürt köyüne atanan ilkokul öğretmeninin aynı dili konuşmadığı öğrencileriyle anlaşma sürecini anlatıyorlar filmde.
46. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde yarışan “İki Dil Bir Bavul”u muazzam bir izleyici topluluğuyla izledik. Merdivenlerde bile oturacak yer yoktu ve bittiğinde alkışlar durmadı uzun müddet.
Sevilesi bir film “İki Dil Bir Bavul”. Öyle bir duygusu var ki, görüntüdeki, ışıktaki, sesteki hiçbir sorun umurunda olmuyor insanın. Hatta hepsi de mükemmel olmayışlarıyla daha da hizmet ediyorlar filmin bütününe.

Denizli’den Doğu’ya...
Gerçekliğinden, doğallığından söz etmeyeceğim çünkü film zaten büyük ölçüde bir belgesel. Eskiköy ile Doğan Doğu’ya atanan bir yönetmen bulup ilk gününden itibaren çekmek istemişler ve neticede Emre hocayı bulmuşlar: Üniversiteden mezun olup ilk kez ülkenin doğusunu gören Denizlili Emre Aydın’ı...
Bavulunu yüklenip suyu olmayan bir eve yerleşen, okulun ilk gününde saçlarını özenle jöleleyip görevinin başına geçen, tek

Yazının Devamı

İçki yasaklandı mı?

13 Ekim 2009




Cem Özer’in Altın Portakal’ın açılış törenine giderken kameralara yaptığı konuşmayı alkışlamak geldi içimden. Kolunda bir siyah bantla gelmiş Özer törene, Timuçin Esen’e yapılanları protesto etmek için...
Son derece haklı, bunun ötesinde de medeni bir protesto eylemi. Aman efendim bizim arkadaşların çok gücüne gidiyor bu durum, derhal kameralarını, fotoğraf makinelerini yere indiriyorlar. Ne demek bu? “Biz de seni çekmiyoruz o zaman”.
Enteresan bir “Seni biz var ettik” inancı hakim ya bütün ünlülere karşı... Karakoldan çıkarken Timuçin Esen’in arkasından “Adam mı oldun lan…” diyen paparazzinin durumu da aynı. “Seni yazdık, çizdik, bir hiçtin, şöhret sahibi yaptık, bunun bedelini hayatının her anını bize satarak ödemen gerekirken bir de nankörlük yapıyorsun…”

Yazının Devamı

Acıyı yaşama çevirmek...

8 Ekim 2009

Acıyı yaşamanın türlü türlü biçimi var. Kimisi “Bu neden benim başıma geldi?” diye hayata küser, içine kapanır, kimisi öfkelenir, acılaşır, kimisi de o içinde taşıdığı acıyı yaşama dönüştürmenin bir yolunu bulur.
Burhan Şeşen sonuncu yolu seçti. Oğlunu, dünyanın en şahane çocuklarından biri olan Serhan Şeşen’i sonsuzluğa uğurlayalı bir yıl olmadı daha. Üstelik birçok kişiyi çileden çıkaracak bir dizi hata - ihmal sonucunda, ki Adli Tıp Raporu hâlâ beklenmekte, o konu kapanmış değil. Dila Kurt’unki 13 ay sonra çıktıysa, daha vakit var demektir...
Ama bu süreyi öfkeyi büyüterek değil, çok başka türlü geçirdi Burhan Şeşen. Oğlunun değerli anısını yaşatırken, başka birilerinin de derdine derman olmanın yollarını aradı hep. Yanında dostları vardı, en çok da ağabeyi Gökhan Şeşen.
Yaşama saygı...
Serhan Şeşen Müzik, Felsefe ve Yaşama Saygı Derneği’ni kurdular elele verip. Yetenekli bir müzisyen, iyi bir felsefe öğrencisi ve yaşama saygılı bir gençti çünkü Serhan. Onu yaşatmanın en güzel yoluydu bu.
Konserler verdiler, yaşama saygının binbir yoluna dair söyleşiler düzenlediler, Kanlıca’daki dernek binasında hafta sonları çocuklarla müzik etkinlikleri yaptılar. Serhan da o

Yazının Devamı

Sağlıklı aşk nasıl olur?

6 Ekim 2009

Ayşe Arman’ın “Memleketten yatak odası manzaraları” dizisi ilgimi çekmemişti başta. Belki artık yatak odalarının röntgeninin çekildiğine, görülecek yeni bir şey olmadığına inandığımdan. Hatta daha fazlasını görmeye hazır olmadığımdan da...
“Gencim, güzelim, bakımlıyım, kocam benimle niye sevişmiyor?” temalı okur mektuplarına buradan bir çare çıkacağını sanmıyorum hâlâ. Daha kökten çözümlerden yanayım galiba, nikâhtan beri sizinle sevişmeyen bir kocanız varsa, boşanmanızın sizin için en hayırlı çözüm olduğu gibi...
Gelgelelim söz konusu yazı dizisi kapsamında Arman’ın İ.Ü. Tıp Fakültesi’nden Prof. Doğan Şahin’le yaptığı röportaj, sekse değil ama aşka, sevgiye, ilişkiye, yakınlığa dair son derece aydınlatıcı. Sorunu nasıl yanlış yerlerde aradığımıza dair bir uzman görüşüyse ihtiyacımız olan, bundan daha faydalısı olamaz.
Gerçek aşkın ömrü
Bir kere şu dilimize pelesenk olan “Aşkın ömrü altı aydır, taş çatlasın üç yıldır”lara bir nokta koyuyor Şahin. “O bir hevestir” diyor, aşk filan değil, “Gerçek aşk, üç yıldan sonra başlar.” Çünkü ona göre ilk görüşte kalbimizi çarptıran şey olsa olsa âşık olma ihtimali...
Sonra aşkın hastalık haline dair mitosları paramparça ediyor. Hani

Yazının Devamı

Ölmek kolaydı ama...

1 Ekim 2009

“Cehennem bazen bir evin içinde gizlenmiştir...” Çağan Irmak’ın yeni filmi “Karanlıktakiler”in ilk hazırlanan demo afişinde yazıyordu bu cümle. Çok etkilenmiştim gördüğümde.
Doğruydu, bizi ‘dış dünyadan koruyan’ yuvalarımız, dört duvarlarımız, başımızın üstündeki çatılarımız, ‘halceğizimizden anlayan evceğizlerimiz’ bazen sokaktan çok daha büyük tehlikeler barındırabiliyordu kuytu köşelerinde.
Bunlar üstelik birer ‘aile sırrı’ olarak bazen bir ömür o karanlık köşelerde gizli kalıyor, kırık kollar yenden dışarı çıkmıyordu.
Hayata tutunmak
Sonra film gösterime girerken, baktım cümlesi değişmiş afişin. “Ölmek kolaydı, ama sen vardın” olmuş. İçinde tuhaf bir duygu, bir hayata tutunma hali, zayıf da olsa bir umut barındıran bir cümle. Ötekindeki korku filmi göndermesi yok, ölümden söz ederken daha hayata dair bir şey var.
“Karanlıktakiler”i izleyince anladım bunun sebebini. Umuttan yana kullanmıştı tercihini Çağan Irmak. 35 yıl evden dışarı adımını atmayan Gülseren (Meral Çetinkaya) ile kendisiyle birlikte o hapis hayatına mahkum etmeye çalıştığı oğlu Egemen’in (Erdem Akakçe) hikâyesini anlatıyordu film. Hastalıklı bir ana - oğul ilişkisini... Belki herkesinki kadar, belki

Yazının Devamı