Bir Türk’ün Paris macerasının olmazsa olmazı nedir? Alışveriş elbette. İnanın bana, bu dönemde yolunuz Lafayette’e, Printemps’a, Sephora’ya düşse mekânı İstinye Park ya da Kanyon’dan ayırmakta zorlanırdınız.
Allahtan daha faydalı ve ruhu besleyen etkinlikler de mevcuttu da şehir bir mana kazandı. Türkler’in Paris çıkartması da tabii...
Zira 22 Eylül, Paris’te Türk Caz Gecesi idi. Hani İKSV’nin başını çektiği “Fransa’da Türk Mevsimi” etkinliklerinin bir parçası olarak. İyi fikir, hoş etkinlikti ya, insan yaşamadan ne derece hoş olabileceğini bilemiyor.
Rue des Lombards denen bir sokakta yan yana dizilmiş caz kulüplerde geçiyordu olay. Burası Paris’in çok da tekin olmayan bir bölgesi. En azından artık o hale gelmiş. Yanımızda dünya tatlısı bir Fransız kız arkadaşımız vardı, Laure; hatta o kadar tatlı ki Cem Yılmaz’ın esprisiyle “Fransız demezsin”. Zira kaç gündür burada Fransızlar, bilhassa da kafe mağaza çalışanları tarafından itilip kakılıyoruz.
Tuzlu Öpücük
Neyse, bu tekin olmayan bölgede menzile ulaşma yolunda uğradığımız tacizler bir evsahibi olarak Laure’u çok tedirgin etti. Biz İstanbullu’yduk, kolay yılmazdık, neticede biraz ite kaka da olsa kulübümüzün yolunu
Bayram gelir, Paris’e Türk çıkartması olur yaygın inanışını test etme olanağım olmamıştı bugüne kadar. Kısmet bu bayramaymış. Her sonbahar Venedik’te toplanan Hotbird TV ödülleri jürisi bu yıl Paris’e taşınınca, ben de ekibin Türk elemanı olarak burada aldım soluğu.
Hem de tam “Türk Mevsimi” sürerken... Hem de tam Şeker Bayramı başlamışken... Üstüne bir de Moda Haftası eklenmişken ve de hava da günlük güneşlikken...
Gerçek bir turist akını var Paris’te, ve ciddi de bir Türk popülasyonu. İnanın güzel Türkçemizi özlemeye bir an bile fırsatım olmuyor. Oteller bu popüler dönemi fırsat bilmiş, fiyatlarını büyük bir pişkinlikle ikiye üçe katlamış durumdalar. İstersen itiraz et, sokakta kalırsın...
Gerçeğe dönüş
Paris’i en son şiirsel bir Fransız eğitiminden geçmiş tıfıl bir genç kızın romantik gözleriyle görmüş olduğum düşünülürse, bir tür ‘gerçeğe dönüş’ turu olduğunu da söyleyebilirim bu seyahatin.
Gerçi çok şükür Hotbird jürisi 16. yüzyıldan kalma muhteşem Esclimont Şatosu’nda toplandı da, gözlerimiz hâlâ az bir romantizm kırıntısı gördü. Gerisi çünkü, Paris’in gürültü ve pislikte değme şehirle yarışacak hali pür melali.
Cemal Şan’ın yeni filmi “Sonsuz”un galasına gittim geçen gün. Hani şu Bülent Ersoy’un gözyaşlarını tutamadığı, İsmail Hacıoğlu ile Vildan Atasever’in ilk kez el ele kamera karşısına çıktığı gala... Ve tabii kameralar Bülent Ersoy’a doyamadığı için filmin başlayışının hayli geciktiği gala...
“Zeynep - Dilber - Ali” üçlemesinden sonraki ilk filmi “Sonsuz”, Cemal Şan’ın. Bu kez senaryo kendisine ait değil, Can Sinan’ın. Yapımcı, başrollerden birini de üstlenen Ferhat Gündoğdu. Gündoğdu’yu çoğu kimse bu filmle keşfedecek ve buna pişman olmayacak. Şöyle söyleyeyim, Mehmet Ali Nuroğlu’nu gay karikatürü olarak izlemek ne derece azap vericiyse, Ferhat Gündoğdu’nun doğallığı da o kadar artı puan film için.
İki ayrı film
Aslında film hakkında konuşmayı sinema yazarlarına - bir de daha filmin jeneriği akmaya başlamadan kameralara demeç vermeye başlayan Diva’mıza - bırakarak benim için filmin keşfi olan müziğine geçmek niyetindeyim.
Ama en azından “Sonsuz”un düpedüz iki ayrı filmden oluştuğunu söyleyebilirim. Bir tarafta 14 yaşındayken hapse girip 20 yıl sonra günışığıyla beraber kanserle de tanışan Serhan (Gündoğdu) ile hastanedeki oda arkadaşı DJ Volkan’ın (İsmail Hacıoğlu)
Daha önce zengin olmanın sırlarını okurlarıyla paylaşan Ece Vahapoğlu, bu kez bir tür ‘öteki’ni anlama kılavuzu yazmış, roman formatında. Adı “Öteki” ve “Aslında Öteki Olmayan Öteki’ne” adanmış durumda. Kim ‘öteki’, kim ‘beriki’ kafalar karışmasın diye önce kahramanlarımızı tanıtalım: Kaslı kollarına bayıldığı borsacı kocasıyla bir aşk evliliği yapmış, spor salonlarından çıkmayan bir Esin’imiz var. Birtakım ödül törenlerinde, açılışlarda sunuculuk yapıyor. Ve babası emekli subay.
Karşılıklı keşif!
Bir de Kübra var, türbanlı, son dönemde politik sebeplerle yükselişe geçen dindar bir iş adamının kızı. Babasıyla birlikte çalışıyor, görücü usulüyle tanıştığı bir gençle nişanlanıyor, arada ‘tesettür otellerinde’ tatil yapıyor.
Bu iki kızımız Amerika’da aynı okulda okumuşlar, yıllar sonra bir ödül töreninde karşılaşıyorlar ve bir arkadaşlık tesis ediliyor aralarında. Kitabın arkasındaki tanıtım metnine göre “karşılıklı olarak öteki’ni, sonra da kendi benliklerini keşfediyorlar.”
Bir kızınız var, 16 yaşında. Diyor ki bir gün: “Anne, baba, ben bir televizyon programına katılmaya karar verdim. Bir yarışma programı, BBG evi gibi bir şey. Ucunda şan, şöhret, para, pul var. Ama iki ay boyunca benden hiç haber alamayacaksınız...”
Ne yaparsınız?
Belki kimse hemen cevap vermemeli buna. Belki asıl mesele, bu ülkede böylesi bir teklifin artık ‘kabul edilebilir’ olmasında. Kulağa öyle bir bilim kurgu filmi gibi gelmemesinde...
Yeni bir meslek sayılır oldu yarışma programlarına katılıp şöhret kapılarını zorlamak. Bir yeteneği varsa onu, yoksa saniye saniye hayatını ekranlardan pazarlamak.
Çocuklar hayatta çıkışı oralarda görüyor. Anne babaların da aklına yatıyor...
Ekranlarda para, ekranlarda koca, ekranlarda umut arıyorlar.
Böyle bir kalıp cümle var. Bunu duyduğunuz zaman anlamanız gereken şu: Ortada bir zamanlar taş gibi olmasıyla ünlü bir kadın var, aradan yıllar geçmiş ve o tanrının hışmına uğramış, ‘yaşlanmış’. Bir de üstelik sekizinci büyük günahı işlemiş: Şişmanlamış! Rezalet!!
Yıllardır görmediğiniz bir eski arkadaşınıza rastladığınızda “Aman tanrım, ne kadar yaşlanmışsın, eski halinden eser yok!” der misiniz? Böyle düşünseniz bile bunu söyleyebilir misiniz?
Ya da “O ne göbek öyle, yağ tulumuna dönmüşsün!” denir mi mesela birine? Olacak iş midir bu? Ayrıca size nedir her şeyden önce...
Herkes yaşlanır
Peki ‘ünlü’ birilerini bu şekilde masaya yatırma, sağını solunu çekiştirme, orasına burasına laf etme hakkını bize kim veriyor?
Meral Zeren’in bikinili fotoğrafı, bir zamanlar ne güzel, şimdi ne fena göründüğü, amma da göbekli olduğu (yoksa Saba Tümer’in zarifçe sorduğu, Günaydın’ın da derhal ana sayfadan patlattığı gibi acaba o gün gazı mı olduğu) meselesi bizi daha ne kadar meşgul edecek bilemiyorum...
Daha hayata gözünü açamadan katledilmiş bir genç kızın üzerinden götürülen bu sevimsiz pazarlıklar daha ne kadar sürecek? Ben her gün gazeteyi elime aldığımda biraz daha utanıyorum Münevver’in bakışlarından.
Aylar oldu kızcağız bir çöp konteynırında bulunalı. Aylar oldu katili - ya da katilleri - sırra kadem basalı.
Olay çözüleceğine daha da bulanıklaştırılıyor günden güne. Arabulucular çıkıyor ortaya... Böyle bir konuda ‘ara’ nasıl bulunur demeden, bir hayatı söndürmenin, bu biçim bir cinayetin, hatta zaten bir cinayetin ‘ara’sı neresidir diye sormadan...
Kan parası
Her kafadan bir ses çıkıyor.
Meblağlar dolaşıyor ortada, ‘kan parası’ deniyor adına, ‘hellallik’ ya da... Bir baba kızının başını ‘helal’ edermiş gibi...
Cem Garipoğlu kayıp, ailesi medyayı ‘olayı onları yıpratmak için gündemde tutmakla’, hatta hatta oğlanı korkutup gelmesine engel olmakla suçluyor.
Görmemiş, konuşmamış, üzerine düşünmemiş olayım derken Twitter’da Oray Eğin’i okudum: “Ayşe Arman’ın Hıncal Uluç röportajı YILLARCA tartışılacak ve hatırlanacak.”
Ayşe Arman’ın polis, Hıncal Uluç’un elleri kelepçeli, gözleri bağlı bir tutuklu olarak fotoğraf çektirdiği röportajdan söz ediyor. Pazar günü Hürriyet’i eline alan herkesin bir kez, sonra dönüp bir kez daha baktığı devasa fotoğraftan aslında. Zira röportajın kendisinde öyle büyük harfle YILLARCA tartışılacak bir şey yok.
Gazetecilik başarısı
İki yazarımız haftalardır köşelerinde götürdükleri tartışmayı bir de karşı karşıya gelip yinelemişler. Herkes hala kendi fikrini savunuyor, Ayşe Arman tabii ki “Sekssiz aşk olmaz” diyor, Hıncal Uluç “Bal gibi olur” diyor ve bunu örneklerle ispat etmeye çalışıyor.
Her ikisinin de yatak odalarında ne olup bittiğini neticede kendileri bilirler, bunu bizimle de paylaşmayı uygun bulmaları da kendi tercihleri elbette.
Ve fakat dediğim gibi hamdolsun ikisinin de köşeleri var ve bu fikirleri orada yazıyorlar zaten. O zaman biz bu röportajdan yeni ne öğrendik?