“Artık kimse kimseyi böyle uğurlamıyor, ne fena...” Kuruçeşme Arena tıklım tıklım, bütün eller havada ve millet hep bir ağızdan bağırıyor: “Güle güle sana, yolun açık olsun / Güle güle sana, seni tanrım korusun...”
Sahnede olanca tatlılığıyla Göksel, son derece portakallı gazoz tadında bir gece ve biz iki nostaljik ruh, şarkı sözlerine takılıp kalıyoruz...
1974 tarihli bir şarkı bu, sözleri Yeşil Giresunlu’ya ait ve zamanında Selçuk Ural söylerdi. Eğer bir Türk filmi tutkunuysanız, gözlerinizin önünde Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu ile dinlersiniz bu şarkıyı, filmin adı “Yaz Bekarı”dır ve çok hüzünlü bir sonu vardır. Hüzünlü ama yine de umutlu... “Allah belanı versin” diye değil, “Güle güle sana... Seni tanrım korusun” diye biten bir aşk hikâyesi.
Zaman makinası
Göksel, eski şarkılara en çok yakışan sesi, kocaman Türkan Şoray gözleriyle peşpeşe sıralıyor sahnede... “Mektubumu Buldun mu..”yu, “Ağlamak
Ne yolları kesişmez mahallelere ayrılmış durumda hayatımız. Din ayrılıkları, dil ayrılıkları, mezhep ayrılıkları, dünya görüşü, sosyal sınıf, yaş, inanç... Saymakla bitmez bizi ‘öteki’nden ayıranlar...
Ama aşk diye de bir duygu var ve tutuyor umulmadık anda en kavuşmaz yolları birleştiriveriyor. En azından bir süre için.
Ayşe Arman’a mektup yazıp ‘karşı mahalle’den birine âşık olduğunu itiraf eden, ondan yardım isteyen 21 yaşındaki Zeynep’in hikâyesini okuduk geçen hafta.
Bu iş olur mu?
‘Cumhuriyet bekçisi albay bir babanın’ kızıydı, sevgilisi de ‘Fethullah Gülen’in öğrencileri için para toplayan bir babanın’ oğlu. “Bu evlilik yürür mü?” diye soruyordu, “Ben onun ailesiyle anlaşabilir miyim?”, “Kayınvalidemle alışverişe çıktığımda mini etek alabilir miyim?”
Sonra ona verilen okur akıllarını takip ettik. “Olmaz” diyordu hemen hepsi, “Bu farklılıklar silinmez aranızdan.”
Baktığın zaman öyle de görünüyor sahiden. Bir
Bazı müzisyenler vardır, konserine gittiğinde üç aşağı beş yukarı neyle karşılaşacağın bellidir. Bir de Sezen Aksu gibi başka birileri vardır, hiç tahmin edemezsin seni sahnesinde nelerin beklediğini.
Sezen Aksu konserine gitmek onun evine konuk olmak gibidir ve evet, “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer...”
Ben bunları Most Açıkhava Konserleri kapsamındaki “Sezen Aksu ve Arkadaşları” projesinin ilk gecesi boyunca döne döne düşündüm. Usta müzisyenlerden oluşmuş, çok özel bir kadroyu biraraya toplamıştı Sezen Aksu. Piyanoda Fahir Atakoğlu vardı, açılış “Lal” ile yapıldı o yüzden. Aykut Gürel, Seden Gürel, Orhan Topçuoğlu, ikinci yarıda eşsiz Erkan Oğur...
Sonra genç ve başarılı müzisyenler; ud ve cümbüşte Fatih Ahıskalı, çelloda Özer Arkun, üflemeli sazlarda Serdar Barçin, davulda Murat Yeter, gitarda Cem Tuncer... Dolayısıyla müzikal anlamda dört dörtlük bir durum...
Proje Avrupa için hazırlanmış ama Sezen Aksu’nun içine sinmemiş, önce bizlere
“Halkım ben, parmakla sayılmayan / Sesimde pırıl pırıl bir güç var / Karanlıkta boy atmaya / Sessizliği aşmaya yarayan...”
Pablo Neruda’nın dizeleriyle açıldı gece. “Buğdayın Türküsü”ydü söylenen. 1979 tarihinde üç Ankaralı gencin çıkardığı, 12 Eylül ile birlikte ortadan kaybolup, bir süre sonra “buğday nasıl filizini sürer de çıkarsa toprağın üstüne”, aynı o şekilde el altından piyasaya sürülen albüm.
Biz Yeni Türkü’yü 1983’te “Akdeniz Akdeniz” ile keşfeden çocuklar, sonradan sokak tezgahlarında satılan doldurulmuş kasetlerden dinlemiştik “Buğdayın Türküsü”nü...
Bir kat daha sevmiş, biraz daha benimsemiş, uzun bir yolu birlikte yürümüştük onlarla. Ve kadro sürekli artmış, eksilmiş, bir tek Derya Köroğlu sabit kalmışsa da, Türkiye’nin en karanlık dönemlerinde doğup en azından şarkılarıyla bugüne gelen bir grubun 30. yaşı kutlanmaya değerdi.
Tam kadro
Yeni Türkü, gruptan gelmiş
Bu çok rahatlatıcı bir şey aslında değil mi? Olan biten her şeyi “Allah’ın takdiri’ ile açıklamak... O zaman küçük bir kıza cinsel tacizde bulunabilir, bu dürtüyü da sizin içinize Allah’ın yerleştirdiğini söyleyebilirsiniz. Aciz bir kulsunuzdur, Allah katında böyle takdir buyrulmuştur, size boyun eğmek kalmıştır.
Yakalanır, mahkemeye çıkarılırsınız, Allah böyle takdir eder, serbest bırakılırsınız... Başınız dik çıkarsınız mahkeme salonundan.
Derken, ilk gözaltına alınışınızdan neredeyse bir buçuk yıl sonra, yedinci kez çıkarıldığınız mahkemede tutuklanırsınız. Yine aynı cümledir kalkanınız: “Allah’ın takdiri bu. Rahat rahat yatarım...”
Adı iki harf artık
Şimdi bir de olayın karşı tarafına geçelim. Artık adını bilmediğimiz, iki harfle, B.Ç. diye andığımız bir kız çocuğu var orada.
14 yaşındaydı gözlerinde bantlarla gazete sayfalarında boy gösterdiğinde. Annesi babası ‘fuhuşa aracılık’ etmekle suçlandığı için ailesinden alınıp Çocuk Esirgeme Kurumu’na
Üç gün içinde üç ayrı şekilde duydum, birkaç kez de kendim sordum bu soruyu: “Sen gerçek misin?”, “Bu gerçek olabilir mi?” Çok umutlu, bir o kadar umutsuz, hem iyimser, hem karamsar bir garip soru. Ve korkarım bu çağın insanı olarak geldiğimiz noktanın bir özeti.
Gerçek deyince sürüyle yalanı, dolanı, numarayı anladığımız için, daha olduğu gibi ya da aslında ‘olması gerektiği’ gibi, eski zamanlardan, daha bu kadar oyunlara batmadığımız günlerden hatırladığımız gibi bir şeyle karşılaşınca şüphelere gark oluyoruz. “Her şey fazla yolunda görünüyor, bir yamuğu çıkacak ama dur bakalım nereden...”
Eş dost, yakın arkadaşlar hep beraber mercek altına alıyoruz ‘deneğimizi’ ve gerçekten ancak aradığımız açığı bulunca rahatlıyoruz. Eh o kadar iyiydi ki, ‘gerçek’ olamazdı zaten...
Gönül kaçanı kovalar
Fakat aslında hepimiz ‘gerçeğin’ peşindeysek bütün o şikayet ettiğimiz, bizi kıran, döken, hayata
Bodrum bir tuhaf yer... Kimisi için güneş deniz, su sporları demek, kimisi için alkolün dibine vurulan, Halikarnas’ta köpük banyoları yapılıp barların üzerinde dans edilen bir kocaman gece kulübü...
‘İkoncan’ların memleketi muamelesi yapan da var buraya, yollarında eskiden kalma bir alışkanlıkla Halikarnas Balıkçısı’nın izlerini süren de... Belki yarımadanın en büyük özelliği bu, bütün bunları bünyesinde barındırması.
Sakin bir tatil yapmak da mümkün Bodrum’da, sabahlara kadar tepinmek de... Tatlı bir akşam esintisi eşliğinde müziğin usta isimlerini canlı canlı dinlemek de...
Ben sonuncu seçeneğin peşine düşenlerdenim. İstanbul’da kış boyu yakalayamayacağınız kadar çok ismi peşpeşe izleyebiliyorsunuz burada. Vedat Sakman Ortakent Defne’de, “Lale Devri Çocuğu” Bülent Özdemir Barka’da yaz boyu. Şehnaz Sam, hafta sonları Yalıkavak Marina’da yeni açılan Yacht Club’da sahneye çıkıyor çok zengin bir repertuvarla. Sonra tabii ki emektar Mavi var,
Yıl 1987... Bodrum’da bir yaz akşamı. Mavi Bar’a düşüyor yolumuz, Halikarnas’lardan, Hadigari’lerden kaçıp biraz sükunet ararken. Sahnede sarışın genç bir kadın var, muhtemelen bir Latin parça söylüyor, geçmiş zaman, unutmuşum. Tek hatırladığım, ne söylerse söylesin, dinleyeni de önüne katıp gezdirdiği diyar diyar.
Ara oluyor, herkes, geçerken uğrayanlar bile tamamen sahneye kitlenmiş. Döndüğünde kucağında kanunla çıkıyor bu kez ve “Yok artık” derken bir de Türk müziği zerk ediyor damarlara. Tek bir merak konumuz var artık: Kim bu kadın?
Bir dönem Altın Kızlar adıyla maruf grubun elemanı olduğunu, esasen çok sıkı bir müzisyen ve en ünlü albümsüz şarkıcı olduğunu öğreniyoruz tez zamanda. Adı Birsen Tezer. Bilhassa Bodrum’da sağlam bir dinleyici kitlesi var.
“Çığlık Çığlığa”
Sonra Bülent Ortaçgil için bir tribute albümü yapılıyor ve Birsen Tezer “Çığlık Çığlığa” ile en tutucu Ortaçgil’cileri