Bir Coca Cola tutkunu olmadığımdan belki, ‘Zero’nun piyasaya çıkışına pek anlam verememiştim. Bana göre Coca Cola Light ile tatları arasında pek bir fark yoktu, e kalorileri hemen hemen aynıydı. Bu yeni ürün neyin nesiydi?
“Erkekler light cola’yı feminen bulduğu için” bu ‘erkeksi’ içeceğin üretildiği iddialarının abuk bir reklam stratejisinden ibaret olduğunu düşünmüştüm. Belki hiçbir insanoğlunun sıvıları ‘erkeksi’, ‘kadınsı’ diye ayırabileceğine ihtimal vermediğimden.
Zaman zaman “Hakkımda beyaz şarap içiyor dedirtemezsiniz” gibi, “erkek adam, hele hele balon bardakta kırmızı şarap içer mi?” gibi cümleler duyduğum oldu elbette ama bunların latife olduğunu düşündüm hep.
Kül rengi ‘Aşk’
Ne zaman ki Elif Şafak’ın pembe kapaklı kitabı erkeklerin şikâyetleri üzerine griye döndü, o zaman aydım, mesele ciddi. Kaçırmış olanlar için mevzuyu hatırlayalım, Elif Şafak’ın pembe kapaklı “Aşk” kitabını okumak isteyip
Kırmızı kaplı kocaman bir kitap, adı “Mutluluk Kitabı”. Her sayfada bir gülen yüz ve birkaç satır. Bir mutluluk tarifi, bir mutlu an fotoğrafı. Gülüşlerin bazıları çok sahte, ama kimileri cidden içini açıyor insanın.
Kitabı hazırlayan Coca Cola asla hayatın tadı, mutluluğun öbür adı değil benim için. Ama Merih Akoğul’un röportajları, Bennu Gerede’nin fotoğraflarıyla hazırlanan kitabın hakkını teslim etmek gerek, hakikaten birkaç saniye için mutluluk üzerine düşündürüyor insanı.
Çok az ünlü insan seçmişler, çoğu sokaktan yüzler. Hastabakıcı, itfaiyeci, otopark görevlisi, muhtar... Ortak özellikleri çevrelerinde mutlu insanlar olarak bilinmeleriymiş. Her birinin işinde mutlu olmak için bir sebebi, hayatında bulduğu kendince bir tad var.
Küçük şeyler...
Hastabakıcı Gül Akyol mesela, mesaisi bitince koltuğuna uzanıp film izlemeyi seviyormuş. Mutluluğun anahtarı da aşkmış ona göre. “âşık olunca ne ağrın kalır ne sızın” diyor. Kendisi de 12
Bir Hollywood filmi için şahane bir konu olabilirdi. Bir kadın; genç, iyi eğitimli, şehirli bir kadın, işi gücü bıraksın kalksın bir dağ köyüne gelsin. Yedi dönüm toprak alsın, orada kendine yeni bir hayat kursun. Ekerek, biçerek, atlarla, kazlarla, ördeklerle haşır neşir olarak.
Buraya kadar çok da sıradışı olmayan, tipik bir kentten kıra kaçış öyküsüne benziyor. Ama zaten bizim ‘Erin Brokovich’in öyküsü de burada başlıyor.
Adı Tülay Andıç. Almanya doğumlu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 90’ların başında, kızı Ayşegül dünyaya geldiğinde aklına düşmüş çocuğuna organik sebze meyve, sahici yumurta yedirebileceği bir ortamın hayali. Ege mi olsa Akdeniz mi derken Armutlu’yu keşfetmiş.
Bir düş kurmuş...
İstanbul’a iki saat uzaklıkta, Yalova’da, havası güzel, toprağı verimli bir bölge. Önce bir ev yaptırmışlar Armutlu’nun Mecidiye köyünde kendileri için. Zeytincilikle başlayıp türlü tarım ürünlerine geçmişler
Nasıl başlamış yaşamaktan ziyade anı biriktirmeye, bilmiyoruz. Gördüğümüz, 83 yıllık bir ömrü etiketleyip raflara dizdiği. Ekmeklerin üzerindeki etiketlerden kanını alırken damarını bulamayan hemşirenin adıyla sakladığı numune tüpüne, telefon görüşmelerinde ya da alışverişte pazarlık ederken alınmış ses kayıtlarından, “Ya koleksiyon ya ben” diyerek onu terk etmiş karısının terliklerine her şey mevcut bu ‘hayat müzesi’nde.
Kemal’in “Masumiyet Müzesi”nin esamisi okunmaz Mithat Bey’in koleksiyonu yanında. 1950’den beri biriktirilmiş Bizim Gazete’ler, piyango biletleri, el fenerleri, dürbünler, kapakları açılmamış içkiler... Mümkünse hepsi çift, biri kullanılıyorsa diğeri koleksiyona. Aralarında çok para edecek parçalar da var ama o hiç düşünmemiş ki satmayı, merak bile etmemiş bedelini. Sadece toplamış, kendisi için... Bir de kendi deyimiyle “Hayatın devamlılığını tutmak için”.
Stanford’da okudu
1940’larda Sümerbank bursuyla
Adana’da Altın Koza Film Festivali boyunca en çok duyduğumuz cümle: “Bi fotoğraf çekinebilir miyiz?” Salonları asla boş bırakmayan Adana halkı film çıkışlarında, sokaklarda, restoranlarda da ünlülerle birlikte fotoğraf çektiriyordu sürekli. Sıcak, samimi ve saygılı bir ilişki kuruldu seyirciyle oyuncular arasında...
Büyük otellerin lobilerine hapsolup kalmayan bir festivaldi. Söyleşiler sahiden söyleşiye benziyordu, soru sormaktan çekinmeyen, özgüvenli bir seyirci vardı.
Ödül gecesi
Ama sonuçta Altın Koza da her festival gibi ödül gecesi ve sonuçlarıyla konuşuldu. Açılış gibi kapanış gecesinin de sunucusu Şebnem Dönmez’di ve her cümleyi elindeki kartlardan okuması son derece rahatsız ediciydi. İnsanın böyle bir geceyi biraz daha ciddiye alıp hazırlanması beklenmez mi?
Neyse ki jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan hoş ve samimi bir şekilde bütün ödülleri tek tek gerekçeleriyle açıkladı, çok rahattı ve ödül töreninin toparlayıcısıydı.
Tabii hangi
Bir festivalin başarısı yapıldığı kentin hayatına ne denli sirayet ettiği galiba. Üç beş gün kalıp hiçbir iz bırakmadan gezici bir kumpanya gibi tası tarağı toplayıp gidiyorsa bir festival, çok da amacına ulaşıyor sayılmaz.
Altın Koza, bu anlamda değiştirici dönüştürücü özelliğe sahip, samimiyet dozu yüksek bir festival. İlk kez 1969 yılında düzenlenmiş, aradan geçmiş 40 yıl ama düşe kalka ancak 16 yaşını bulabilmiş. Muhtemelen de her seferinde ayağa kalkmak için muhtaç olduğu kudreti Yılmaz Güney’in topraklarından almış.
Açılış gecesi sunucu Şebnem Dönmez’in dediği gibi “40 yaşın tecrübesi ve 16 yaşın dinamizmine” sahip olduğu gibi romantik bir cümleyle de özetlenebilir durum elbette ama aslında hazin. Eski yılların fotoğraflarına bakıyoruz büyük perdede, kimler gelmiş, kimler geçmiş ve daha neler olabilirmiş.
‘Şaibeli Başkan’
2005 yılından beri ara vermeden gidiyor Altın Koza Film Festivali. Bunda da Adana’nın Belediye Başkanı Aytaç Durak’ın çabalarının payı
Ben de pek çok kişi gibi Kuruçeşme’deki yerinde tanımıştım Ece Aksoy’u. Her zaman farklı bir havası olan, yılların birikimini taşıyan, özel bir yerdi. Derken Ece Aksoy Asmalımescit’e taşındı. Arkasında getirdiği bütün hayat bilgisini yol kenarındaki bir küçük dükkana sığdırdı. Kimsenin tahmin edemeyeceği bir ruh oluştu o mekânda.
İki uzun masanın başında birbirini tanıyan - tanımayan herkes yan yana oturur, Ece’nin eli değince şekil değiştiren zeytinyağlılar, börekler, otlar eşliğinde sohbetler edilir, orası bir ‘lezzet vahası’dır.
Başını uzattığın anda mutfakta Ece’yi görürsün, o insana güven veren güçlü duruşuyla. Bazen elinde yeni pişmiş bir sürprizle çıkagelir, belki kendisinin de yeni denediği bir şeydir, sana tattırır, biraz ‘anne mutfağı’ gibidir orası.
Financial Times’dan övgü
Mayıs ayında dünyanın en önemli gurme yazarlarından Nicholas Lander geldi İstanbul’a; şarap ustası eşi Jancis Robinson ile birlikte. On mekân gezdiler, yemek yediler,
Gerçekten çok fena hissediyorum kendimi o gülen yüzünü her gördüğümde. Utanıyorum, sıkılıyorum, üç ay önce capcanlı, ışıl ışıl bir kız çocuğuyken şimdi memleketin en ünlü ‘cesedi’ haline gelmesine inanamıyorum.
17 yaşında nasıldır insan, hatırlamaya çalışıyorum. Mahremiyetin nasıl önemlidir, günlük tutarsın, içini dökersin, onu birisinin okuması dünyanın sonudur. Özel şifreler icat edersin arkadaşlarınla başkası anlamadan haberleşebilmek için.
Seversin, saklarsın, bütün dünya sana karşı sanırsın. En çok da saygı göremediğin için öfkelenirsin. Kapı çalınmadan odana girilmesin, fikrin sorulmadan adın anılmasın, ‘özel’ hayatın gizli kalsın, kimseyi ilgilendirmesin istersin.
Saldırı devam ediyor
Münevver Karabulut da öyleydi muhtemelen, hepimiz gibi... En temel hakkı elinden alındı, yaşamına son verildi. ‘Vahşice’ - ki cinayetin vahşi olmayanı var mıdır o da ayrı... - Katili ya da katilleri hâlâ serbest. Ortalık lüzumsuz,