Brezilya mı? Bizim için romantik hayallerin ötesinde hiç de gerçek bir hedef olmadı... Oraya gitme niyetini hiç gösteremedik. 1950 Dünya Kupası’nda mesela... O günkü statüye göre finallere katılabilirdik. Uzak yol, mevsim uyumsuzluğu, yol masrafı filan diye eveleyip geveleyerek vazgeçtik, gitmedik.
Bu defa heveslenmiştik elemelerin başında... Ne var ki beklemediğimiz biçimde hevesimiz kursağımızda kaldı... Macaristan yenilgisi canımızı sıktı. Derken yeniden yapılanma diye eveleyip geveleyerek vazgeçtik hevesimizden... Sonra bir operasyonla hoca değişikliği, Fatih Terim karizmasına sığınma süreci... Üç maçta dokuz puan büyüsü...
Hayallerimiz tatlı rüyalara dönüşmüştü işte... Hayatı bir masal gibi yaşamaya başlamışken Hollanda gerçeği kapımızı çaldı...
Hem de iki kez... Birinde Robben’in inanılmaz, hesaplı - kitaplı güdümlü duran top mermisiyle... İkincisinde de yerli Hollandalılarımızın Kuyt ve Sneijder’in ortak üretimiyle. Beğenmediğimiz
Sneijder’in ayağından!
Büyü bozuldu.
Tıpkı ilk Hollanda maçındaki gibi baskı altında doğru dürüst pas oyunu oynayamadığımızı gördük dün. Uzun toplarla çare aramaya, baskı kurup gol atmaya çabaladık, olmadı. O ağır dediğimiz Hollanda
Kuşkusuz, kulüp tarihinde adıyla anılacak bir döneme imza attı. Bir yandan tesisler, şampiyonluklar... Bir yandan yıldızlar, unutulmaz sporcular ve antrenörler, tarihin unutulmaz sayfalarına geçtiler.
Her sayfanın başına kendi adını yazdı...
Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe.
Spor tarihinin en alkışlanan, en tartışılan, en karmaşık, en mutlu, en mutsuz... Ve de en huzursuz döneminin adıdır bu.
Yıldırım dönemi, sportif başarıların, ekonomik büyümelerin ötesinde, ilk olarak “3 Temmuz süreci” ile anılacaktır. Sadece Fenerbahçe’nin değil, spor tarihimizin de tam aydınlanmamış “alacakaranlık” süreci. Tartışmaları ve dosya içeriklerini bir yana bırakıp, kararlara bakacak olursak...
İçeride “sahaya yansımamış” teşebbüslerden sonra dışarıda UEFA’nın yasakladığı, dışladığı, cezalandırdığı ve CAS tarafından onaylanmış sportif hükümler var!
Mahkeme’nin verdiği adli hükümler, Yargıtay’ın kapısında bekleme aşamasında.
Soluk soluğa, unutulmaz, çılgın bir gece yaşadık. Gecenin sürprizi yoktu. Dünya Kupası eleme grubumuzda tüm sonuçlar, beklediğimiz ve tahmin ettiğimiz gibi gerçekleşti. Puan tablosunda tüm öngörüler gerçekleşirken, asıl yarış skor tabelalarında “averaj” koşusuyla yaşandı.
Hollanda, bir çuval golle Macaristan’ın belini bükerken, konuk takımın Brezilya hesaplarını çöpe attırdı. Bizim için asıl sıkıntı Andorra’da yaşanıyordu. Romanya, minik ülkede oldukça yavaş bir gol gösterisine girişti. İlk yarıyı 1-0 önde bitirdiler. Milli Takım da Estonya karşısında aynı rahatlıkla öndeydi. Sonra onlar Andorra’da, biz Estonya’da averaj peşine düştük. Onlar dörtledi, Milli Takım ikiledi.
...Ve hesaplar yeniden düğümlendi!.. Salı’yı sabırsızlıkla bekleyeceğiz...
Salı günü Brezilya hayallerinin gerçekleşmesi için Hollanda’yı yenmek “gerek” şart. Bir de “yeter” şart var. Romanya’nın Estonya’yı rahat yeneceğini varsayarak averaj hesabında bizim gerimizde kalmaları! Olur mu, olmaz mı? İşte bütün mesele!
Maça dönersek... Oyun, Fatih Terim’in yazdığı senaryoya göre sıkıntısız, tasasız biçimde oynandı. Savunmanın önünde Mehmet Topal, Gökhan Töre, Selçuk, Arda’dan kurulu hücumcu bir orta alan
Galatasaray’da anlaşılmaz ve akıl almaz biçimde sergilenen bir yığın itiş-kakışın sonunda Terim yuvadan koptu, koparıldı. Gizli planlar kotarıldı. Eski 2. Başkan Adnan Öztürk, önceki gece TV’de açıkladı ki, Aysal - Mancini görüşmesi 28 Ağustos’ta yapılmış. Terim görev başındayken. Öztürk’ün iddiasına göre, Başkan Aysal, Terim’e Milli Takım için izin verirken, iki yıllık sözleşme önerisini de tuzak olarak devreye sokmuş. Öte yandan Slaven Bilic’in de Mayıs ayında Aysal yönetimi tarafından yoklandığı biliniyor.
Terim’in, kariyerleri üzerindeki etkisini bilerek O’nu baba kabul edenlerle, olaya profesyonelce yaklaşanlar fiilen ikiye bölünmüş durumda. Burak, Sabri, Selçuk, Engin, Semih ve Hamit Altıntop, “İmparator”un görevden ayrılmasıyla kendilerini adeta “yetim” kalmış gibi hissediyor. Üzüntülerini, özellikle Sneijder üzerindeki tepkilerle yoğunlaştırıyorlar. Eboue’nin Terim’siz ilk idmanda Sneijder’i itip kakarak eleştirmesi ve suçlaması basit bir olay değil. Hollandalı’nın Terim’i Başkan’a şikayet ettiğine inanıyorlar. Öteki yabancılar, en başta da Drogba, bu ayrılıktan üzülseler de olaya profesyonelce yaklaşarak işlerini yapmaya çalışıyorlar. Akhisar yenilgisinden sonra
Bireysel performanslarını tartacak olursak, ikiye bölünmüş bir Beşiktaş vardı Eskişehir’de: Mevcutlar ve namevcutlar... Gerçi hepsi de sahadaydı ama, bazıları bildik ve tanıdık oyuncular değildi. Tolga, Sivok, Escude, Atiba, Gökhan ve Eneramo gayretli, sorumlu ve istekliydiler... Her türlü sonuca ortak olacak bir sorumluluk duygusuyla oynuyorlardı. Serdar, Veli, Necip, Olcay ve takımın lider oyuncusu Fernandes, varlıkları ile yoklukları tartışılan adamlardı. Onların bu kadar kısa sürede beklenmeyen gerilemelerine, değer kayıplarına şaşırdık kaldık.
Beşiktaş zor günler geçiriyor. Hem kulüp cezalı, hem de teknik direktör. Böyle bir ortamda tüm futbolcuların işlerini yaparken özveride bulunmalarını, onur mücadelesi vermelerini beklerdik, hayal kırıklığına uğradık.
Eskişehirspor da Beşiktaş da anormal top kayıplarıyla akıcılığı olmayan, fauller ve beceriksiz tercihlerle sık sık duran oyun yüzünden sıkıcı bir görüntünün ortakları oldular. Soğuk havada tribüne koşan futbolseverlere karşı ayıp ettiler, borçlu kaldılar. Yine de Beşiktaş’ın oyunun kontrolunu daha özenle elde tutmaya çalıştığını söylemeliyiz. Hücumda da göründüler. Ne var ki iyi niyetli gayretlerine ve koşularına
Dost meclisinde dedikodu ile karışık akıl yürütüyoruz, tartışıyoruz. Güya işimizden arta kalan zamanda yaşamın farklı renklerine, derinliklerine dalacağız ama, ne mümkün!
Bir arkadaş, “Her şey Aziz Yıldırım’ın stratejik planlarıyla, tam da Fenerbahçe’nin istediği gibi olup bitiyor... Bu yıl Fenerbahçe’nin yolu erken açıldı” diyor.
Anlattığı senaryo ilginç:
“- Beyefendi’nin de arzusu bu, denilerek Fatih Terim’in Milli Takım teknik direktörlüğüne getirilmesi süreci başlatıldı. Terim’in böyle bir öneriyi reddedemeyeceğini herkes biliyordu. Galatasaray’da Fatih Hoca gitse de kalsa da çözülmesi gereken başka sorunlar vardı. Takım geçen yılın havasını kaybetmişti. Beşiktaş - Galatasaray maçı ise, bir derbi olarak her türlü sonuçla bitebilir, etkisi çabuk dağılırdı ama, ilk dört haftada dört galibiyet alan ev sahibi takım, seyircinin sahaya girmesi yüzünden maçı tamamlayamadı. Derbi kaybı ağır bir travmaya dönüştü... Bilic üç hafta ceza aldı, sahası dört maç kapatıldı, sadece kadınlara ve çocuklara açılacak. Beşiktaş’ın da önü çabucak kesildi!”
Devamını da hafta sonunda yaşadığımız maçlar getirdi. Yine senaryoya (!) göre, Galatasaray - Rizespor maçında Selçuk’un atılması,
TT Arena’da merak ettiğim o kadar çok şey vardı ki son anda akreditasyonumu alıp Aslantepe’nin yolunu tuttum.
Hemen söylemeliyim... Öksüz bir maç izledim... Fatih Terim yoktu. Galatasaray tarihine ileride sayfalar dolusu yazılacak öyküleri de biliyorsunuz, kararı da. Sözleşmesi feshedilmiş İmparator’un “halefi” ise Rizespor maçına değil, Juventus deplasmanına yetiştirilecekti. Aday isimler havada uçuşurken, sarı- kırmızılı taraftarlar olgun ve onurlu biçimde hocalarına selam gönderdiler... Taffarel’i, Hasan Şaş’ı, Ümit Davala’yı tribüne çağırıp “İmparator” diyerek sevgi mesajları gönderdiler. Sonrası ise daha da ilginçti: Herkes gider, biz kalırız!” Şahsen üstüme alınmadım, ne bileyim alınması gereken birileri vardır, herhalde.
Öksüz maça dönersek... Galatasaray önceki maçlara oranla daha gayretli, daha istekli gibi göründü. Ancak aldatıcı bir tabloydu bu... Savunma ve orta alan standart görev yaparken, hücumdaki üçlü, Sneijder ve önündeki golcüler - Drogba ile Burak- durgun, verimsiz, etkisizdiler... Sneijder ayrıca isteksizdi. Devre sonunu bile beklemeden 35’de oyundan alındı, doğru karardı. Özellikle Drogba’nın kendini bir ölçüde ekonomik kullandığını, enerjisini
Olimpiyat Stadı’nda yaşananlar, 10 yıl önceki Samsunspor maçını anımsattı bana. O gün İnönü Stadı’nda en yakın rakibi Fenerbahçe’den 8 puan önde namağlup lider olarak ligin ikinci yarısına başlayan Beşiktaş şampiyonlukla taçlandırdığı 100. yılın hemen ardından yeni şampiyonluğun da favorisiydi. Ne var ki Cem Papila’nın yönettiği maç gollerle peş peşe kırmızı kartlara sahne oldu. Samsun maçındaki çılgınlık Beşiktaş’ta kötü yönetilen bir kriz dönemi ile devam etti. Yanlışlar üst üste gelince dağıldılar.
Pazar’a dönersek... 10 yıl sonra Beşiktaş yeniden bir kriz sürecine giriyor. Namağlup lider unvanı ile geldiği maçta yenik düşüp sarsılmak, anlaşılabilir bir şeydir. Hele karşındaki takım Galatasaraysa! Ama bu defa kriz saha içinden değil tribünden başladı. Beşiktaş yönetiminin ve takımının kontrol edemeyeceği yerlerden. Koca stadın kapıları önceden kırılmıştı. Elektronik turnikeler bozulmuştu. Tesise giriş kontrolden çıkmıştı. Bu anlamda polisin de, özel güvenliğin de yetersiz kaldığını anladık. Dahası Beşiktaş tribünlerinde yeni bir oluşum (1453) farklı sloganlar, tavırlar ve tepkilerle varlık gösteriyordu.
Sindirme stratejisi mi?
Bu hesaplanamayan, uçtan uça gelişen