<#comment>#comment>Mekan da güzeldi, zaman da... Beşiktaş düne kadar hep sıkıntılar, gerginlikler ve hayal kırıklıkları yaşadığı UEFA Kupası’nda İnönü’de yeter sayıda taraftarın sevgisiyle buluştu. Dinamo Kiev gibi Şampiyonlar Ligi’nin ikinci tur eşiğinden dönen gerçek bir dev karşısında yenik duruma düşmesine rağmen şaşırmadı, dağılmadı, paniğe kapılmadı. Evet, hiç hak etmedikleri biçimde Diogor’nun vuruşuyla yenik düştüler. Ama futbolumuzda ender görülen bir şeyi gerçekleştirerek akılla öfkeyi birleştirdiler. Takımca sahip oldukları kaliteyi daha artırarak, dayanışmayla, özveriyle, bireysel yaratıcılıklarla bize nefis bir futbol şöleni sundular. Öfke, akılla birleşince, akıl takım içinde herkesin katıldığı ve paylaştığı bir sosyal bilince dönüşünce, hemen bir dakika sonra golü buldular. Pancu’nun vuruşu gerçekten akıl ve ustalık doluydu. Devre 1 - 1 biterken kimse kaygılı değildi, tedirginlik yoktu... Çünkü, sahada dev gibi bir takım vardı.
Lucescu’yu da kutlayalım. Fiziği yetersiz, ancak konsantrasyonunu da tamamlayamamış Tümer’e dayandı, futbolcusuna destek verdi. Öfkeye kapılmadı. Aklını kullanıp, Yasin’i çıkartarak İbrahim’i sol kanada aldı, kanattaki Ahmet’i orta alana taşıdı.
<#comment>#comment>TFF Başkanı Haluk Ulusoy, inanılmaz biçimde öfkeli şu günlerde... Milli Takım’ın İtalya beraberliğini bir türlü içine sindiremiyor... En çok kızdığı kişi de Şenol Güneş...
Telefonda yakın dostlarıya konuşurken şöyle dile getiriyor düşüncelerini :
"Kardeşim, futbolun en iyisini oynuyorum ben. Tüm İtalya’yı hayran bırakan golümü atıyorum... Öne geçiyorum... Gollerin dahası gelecek, ama olmuyor. Neden? Şenol hoca, kulübede kimi bulduysa maça sokuyor... Neredeyse yoldan geçeni bile oynatacak. Milli Takım’ın havası kaçıyor. Olmadık bir gol yiyoruz, hayallerimiz suya düşüyor... Şenol hoca, Trapattoni’yi kurtarıyor... Ya benim hayallerim ne olacak! Ben ilk kez İtalya’yı yenerken, elimden bırakıveriyorum. Böyle bir fırsat harcanır mı? Neyse daha fazlasını söylemek istemiyorum! "
Derin bir nefes alıp soruyor etrafındakilere:öSaat kaç çocuklar? Kaç dakika kaldı iftara?"
Ulusoy’un tatlı sert öfkesine katılmamak mümkün değil...
Ancak skor tabelasına değil, o maçın derin gerçeklerine bakarsak Şenol Güneş’in hepimizi neşelendirecek işler yaptığını da görebiliriz :
<#comment>#comment>Beşiktaş sezonun en sıkışık ve zor döneminini yaşıyor. Bir yandan Türkiye Kupası ile ve zor rakiplerle yoğunlaşan iç maç trafiği, bir yandan da cezaların ve sakatlıkların üst üste binmesi Lucescu’nun işini zorlaştırıyor. İnönü Stadı’nda böyle bir eksiklik psikolojisi ile Adanaspor ile karşılaşan Beşiktaş’ta Sergen yoktu, tedavideydi. Tümer cezalıydı. Hücuma dönük yaratıcı destek aksayacaktı. Ama buna rağmen özellikle ilk yarıda golü de erken buldular, oyunu da istedikleri gibi kurdular. Beşiktaş’ın oyunundaki güzelliklerin en önemli yanı Kaan Dobra ile sağ, İbrahim Üzülmez ile sol kanadın işlevselliğiydi. Sekiz yıl aradan sonra yeniden Polonya Milli Takımı’na çağrılan Kaan Dobra’nın 8.. dakikada vurduğu ve Ercan’a çarparak gelen erken gol arkadaşlarını rahatlattı. İnönü’de hücum ederken rakibin gol tuzağına yakalanma endişesini çöpe attı. Beşiktaş’ta savunma en disiplinli günlerinden örnekler sergilerken, orta alanda da Tayfun ve özellikle Ahmet Yıldırım savunma - hücum dengesini gözeten verimli bir maç çıkardılar. Pancu ise İlhan - Nouma ikilisini hem hücumda üçlüyor, hem de orta alanda top kullanarak oyunun kurgusuna katkıda bulunuyordu.
Beşiktaş her hattıyla
<#comment>#comment>Madonna’nın doğum yeri olarak bilinen Pesacara, İtalyan futbol cemaati bakımından Teknik Direktör Trapattoni’nin ipe çekileceği yer olarak seçilmişti. Deprem kurbanları için yardım amacıyla düzenlenen maçta günün önceden seçilmiş tek kurbanı 63 yaşındaki Trapattoni’ydi. Futbolcu olarak Pele’yi durduran, antrenör olarak da kulüplerde şampiyonluklar, kupalar kazanan Trapattoni, milli takımda ülkesine hayal kırıklığından başka bir şey yaşatamamıştı. Türkiye maçı, İtalyanlar için antika futbol oynatan bu adamdan kurtulma fırsatıydı.
Maça iyi başladık. Kalede Ömer vardı. Gerisi Dünya Kupası’nın starlarıydı. İtalya ilk kez Gök - Mavili formayı giyen Birindelli, Perrotta, Di Natale ve Nervo gibi dört yeni adamla özellikle kanatlardan yüklenip, Vieri ve Del Piero’ya gol fırsatları hazırlamaya çalışırken, takımımız gayet sakindi. Hiç telaşlanmadan, telaşlı İtalyanlara karşı statüsüne uygun ağır bir misafir olarak güç gösteriyordu. Emre’nin golü Yıldıray ve Arif’le yaptığı alışverişlerden sonra Trapattoni’nin tabutuna çakılan ilk çivi gibi etkiliydi. Bütün stat bu güzel gole, ardındaki yaratıcılığa ve kişilikli oyun anlayışına hayran kaldı. Ama sonrasında baştan beri
<#comment>#comment>Türkiye Cumhuriyeti’nin 58. hükümeti hayırlı olsun. Onun başarısı sadece Başbakan Abdullah Gül’ün değil, ülkenin de başarısı olacak. Bu sonuçtan hepimize pay düşecek. Dileyelim ki, yeni hükümet sıkıntı paylarımızı azaltırken, sevinç ve mutluluk paylarımızı çoğaltsın.
AKP’nin bakanlık sayısını azaltması elbette çok önemli bir dönüşümdür. Şimdi eskinin alışılmış bakanlıkları birleşmek, bazı kurumlar bir çatı altında toplanmak durumunda... Spor da bundan etkilenecek.
Bizce başbakanlığın üstünde bulunan Gençlik ve Spor Sorumluluğu eskisi gibi başbakan adına bir devlet bakanına değil, doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmalıdır.
Eskinin bu konuda Hasan Celal Güzel’le sporumuza pek de güzel olmayan bir deneyimi var. Güzel, spora çok etkin ve yansız bir katkı yapamadı. Ama "su - i emsal" emsal olamaz. Güzel’in çirkin örneğinden korkmamalıyız. Ben kendi adıma Milli Eğitim Bakanı Sayın Erkan Mumcu’nun genç enerjisine, radikal kimliğine ve dinamizmine inanıyorum. Türk Spor’u için tarihsel katkı sağlayabilir. Bunun ötesinde spor, haliyle çocukluktan gençliğe geçen kuşakların yoğun biçimde yer aldığı bir olgudur. Okullarla spor arasındaki ilişki, Milli
<#comment>#comment>Haftalardan beri yenilgi yüzü görmediği, Avrupa’da ilk kez bir İspanyol takımını elediği için ligimizin en iyisi olarak görüp, gösterdiğimiz Beşiktaş, İzmir’de de futbol oynamadan maç kazandı. Beşiktaşlılar, elbette sonuca sevinebilirler. Beraberliğin bile büyük kayıp olduğu bir ligde maç kazanmak, karlılık demektir. İyi de kalitesiz mal pazarlayıp kar edene ne denir ?
Yasin’le İbrahim’i dinlendiren, Sergen’i tedavi ettiren, Tayfur, Ali Eren ve Pancu’yu kulübede yedek tutan Lucescu, Altay karşısında Nouma’ya ilk kez ilk onbirde yer veriyor, Tümer ve Nouma’nın önünde İlhan’ı tek tabanca olarak oynatıyor, böylece güya zor haftalar ve Dinamo Kiev maçları için bazı güçlerini saklıyordu. Gelin görünki henüz yeterli fizik gücünü kazanamayan Nouma, bir şutu direkte patlamasına rağmen etkili ve yararlı olamadı. Oyunun organizatörü, kurucu beyni olarak görev yapan Tümer de teknik zenginliğiyle profesyonel bilincini dengeleyemedi. Fatih’in faulüne rakibini iterek öfkeyle yanıt verince sahalarımızın marjinal hakemi Mutlu Çelik’ten kırmızı kart gördü. Vurma niyetiyle değil, itmek için dahi olsa bu kart kızarmamalıydı. Bu, hakemin hatası. Elbet Tümer’in de hatası var.
On
<#comment>#comment>Şimdi tabelaya bakıp Beşiktaş tarihinde az görülen tur başarısı için övgüler düzsek bizi önce kendi meslektaşlarımız eleştirir ve haklı olarak "skor yazarı" ilan ediliriz. Hayır, övmeyeceğim! Gerçek o kadar sıkıntı verici ki... Salt tabela başarısı var diye görmezden gelmek ağır bir ihmal olur.
Beşiktaş ilk maçta elde ettiği avantajın farkında değildi. O avantaja uygun oynamadı. Dağınık, telaşlı, etkisiz, verimsiz, gergin ve dezorganize ekipti.
Lucescu’nun hafta içinde yaptığı çalışmalardan sonra sahaya sürdüğü on biri anlayışla karşılayabiliriz. Ancak Alaves önünde doğru dürüst iki pas yapamayan, orta alanı tümüyle rakibe teslim eden, savunmasıyla kalecisini paniklere sürükleyen Beşiktaş’ın ilk 20 dakikadaki oyununu gördükten sonra acil önlemler almalıydı. Bunları yapmadı. Orta alandaki futbolculardan sadece Kaan Dobra görevini yapma gayreti gösterirken Tayfur, Yasin, Sergen ve İbrahim Üzülmez sezonun en kötü maçına adlarını yazdırdılar. Sergen buluştuğu her topta ikili - üçlü rakip baskısı altında bunaldı. Bir defasında ayağından çıkan top İvan Alonso’ya gol pası olarak (!) ulaştı. Tayfur’un çabalarını hadi taktirle karşılayalım. Ama Yasin dün hem yaptığı
<#comment>#comment>Fenerbahçe - Galatasaray maçında yaşanan olaylar, yıllardır giderek büyüyen canavarla karşı karşıya getirdi bizi...
Tribün desteğinin şiddete, taraftarlığın çeteciliğe dönüştüğünü, stadyumların yavaş yavaş "kontrol altına alınmış dehşet üsleri" haline getirildiğini nihayet anlayabildik.
Günaydın Bay Frankeştayn!
Galiba herşey stadyumların popülist - yaranmacı politikalarla kulüplere devredilmesiyle başladı. Astığı astık, kestiği kestik, kontrolsuz ve sorumsuz yönetici tipi, stadyumları kendi çöplüğü olarak görüp derbilerde rakip seyirciye ayrılan yeri ufalttıkça ufalttı. Sonra konuk taraftarları maymunlar gibi kafeslere kapattı. Binlerce vatlık hoparlör gürültüleriyle, pisliklerle, aşağıladılar o insanları... Taraftar desteğini Roma arenalarında gladyatörün ölümünü alkışlayan hoyrat ve gaddar davranışlara dönüştürdüler...
Medyada da bunlara çanak tutan formalı yağcılar-yalakalar, oyunun kuralı, sportmenlik, spor ilkeleri, meslek ilkeleri demeden ortamı pisletmeyi becerdi. İhtiraslı yönetici, parayı bastırıp borazan olarak kullandı amigoları... İstediğini alkışlattı, istemediğini yuhalattı. Yuhalama küfüre, küfür şiddete dönüştü...
Herkes