<#comment>#comment>Kim ne derse desin, futbol bir şov... Gösterinin en renkli yanı goller. O gollerle neşeleniyor ya da ızdırap duyuyorsunuz. Beşiktaş’ın maçlarında her ikisi de var. Tıpkı dizi filmler gibi... Aşk, ihtiras, aldanmışlık, hüzün, sevinç, keder ve coşku, hepsi bir arada. O nedenle, Beşiktaş seyircisi hop oturuyor, hop kalkıyor. İnanıyorum ki, dünkü İnönü maçını TV’den izleyenler Galatasaray maçına bir hafta kala aynı duyguları, aynı hareketlilikle yaşamışlardır.
Beşiktaş’taki renkli oyunun temel ögesi, savunmanın dengesizliği. Hele rakip, Yimpaş Yozgatspor gibi puana yaşamsal önemde gereksinim duyan bir takımsa, savunma ağırlığından, savunmanın yerleşme yanlışlarından en iyi biçimde yararlanıp çabucak golünü atıveriyor. Yozgat’ın iki golü, oyunun başlama vuruşlarından hemen sonra geldi. İlki 3. dakikada, ikincisi daha çabuk: İkinci yarının ikinci dakikasında. (Dk.47) Rasim Kara, Beşiktaş savunmasının bu afallama ve gafil avlanma özelliğini iyi bildiği için çabuk oyunla Finlandiyalı Sumiala’yı silah olarak kullandı. Amacına da iki kez ulaştı. Sol kanatta oynayan Cem Karaca’nın çaldığı topla birinci golün pozisyonu oluştu. İkincide de Sumiala, İlhan’ın Kocaeli’de yaptığı
<#comment>#comment>Tıpkı Roma maçı gibi... Önce güldük, sonra üzüldük. Bugüne kadar sevinçlerine ortak olduğumuz, mutluluğunu paylaştığımız Galatasaray şimdi bizi hüzünlerine çağırıyordu. Evet, onurluyduk... Gururluyduk... İnançlıydık... Başımız dikti. Futbolu tüm olumsuz koşullara rağmen oynuyorduk. Bileğimizi büken yoktu... Ama kazanamıyorduk. Bu Galatasaray’ın nicedir bize unutturduğu bir yetersizlik, noksanlık duygusuydu. Buruk, kırık, günlerin tiryakisi olduk Galatasaray sayesinde. Hak ettiğimiz, özlediğimiz galibiyetleri alamamanın burukluğu yaşamaya alıştığımız hayallerin kırıklığı bu!
Galatasaray, yani kendi evinde bileği bükülemeyen temsilcimiz Ali Sami Yen’deki maça elde kalan sağlamlarla başlamıştı. Liverpool için de bizimkiler için de çeyrek finalin olmazsa olmaz ön koşulu kazanmaktı. İlk yarıda topa yüzde 61 ezicilikle sahip olan Galatasaray’da adam sayısı olarak değil, ama oyun felsefesi, pas iletişimi olarak inanılmaz noksanlar vardı. Radu Niculescu ilk kez ilk on birde sahaya çıkıyor, ne var ki, boy avantajına rağmen gollük pozisyonlarda kullanacağı topu arkadaşlarından alamıyordu. Arif her hareketinde el freni çekik bir araba gibi ağırlaşıyor, canlı, çabuk ve etkili
<#comment>#comment>Keşke her maçını deplasmanda oynasa, zorlukları görse, dikkati yoğunlaşsa, gollerini hep böyle rahat bulsa... Elbette bizim dileğimiz değil bu... Beşiktaş’ın İnönü’deki hallerini görüp 13 puan kaybettiğini hatırlayınca deplasmanda yaşadığı rahatlık bize bu yazının girişini yazdırdı.
Daum, haftalardır birlikte oynatıp, umduğu verimi alamadığı İlhan - Ahmet Dursun ikilisini bayram münasebetiyle ayırmış, Ahmet’i kulübeye çekmişti. Beşiktaş, oyuna dörtlü savunma ile başlayıp, orta alanda kalabalık bir beşli oluşturdu ve İlhan’ı rakip kale önünde tek santrfor olarak oynatıp uzun toplarla buluşturdu. Delice mi, dahice mi? Onun kararını şimdilik veremeyiz. Ancak Beşiktaş’ın adam kalabalığıyla oluşturduğu orta alan, adamlar hayal kırıklığı yaratınca sıkıntı çekti. Örneğin, Tümer... Beşiktaş’ın yaratıcı ve skorer oyuncusu bu maçta Kocaelisporlu Cihan tarafından marke edilince ayağından üretken toplar çıkaramadı. Etkili olamadı. Baskı altında oynayamadığını bir kez daha gösterdi. Öte yandan kendisi de rakibe baskı kurmadığı için Beşiktaş’ta sorunların ibresi yükseldi. Baya, ilk yarıda kopuk kopuk oynadı. Ancak İlhan’a verdiği bir ara pası var ki, ayakta alkışlanır. İlhan
<#comment>#comment>Sembolün kartal olabilir... Şampiyonluğa kanatlanabilir, rakiplerine pençe atabilirsin... Ama, yeterli değil... Önce horoz olacaksın. Kendi evinin hakimi olacaksın. Dört yenilgiden üçünü İnönü’de görüyorsan, öncelikle seyircinin büyük beklentisine, stres ortamına uyum sağlayıp, dayanıklılık göstereceksin. Bunları yapmadın mı, kaza golüyle bacakların titrer, ne kadar koşarsan koş, boşuna zaman yitirir, puanları suya düşürürsün.
Beşiktaş’ın yenilgisinde takımca yetersizlikleri ve hataları ile birlikte, Ankaragücü’nün de gösterdiği kişilikli futbolu asla unutmamalıyız. Keşke her takım şu Ersun Yanal’ın ekibi gibi olsa. Futbolsa futbol, dayanmak ve direnmekse, onlar da var. Üstüne üstlük, aç kurtlar gibi saldırmayı da biliyorlar. Çünkü bu takımın hedefi var. Bu takıma saygı duymayacaksınız da ne yapacaksınız...
Beşiktaş, öncelikle Daum’un yanlış tercihleri ile kapana kısıldı. Christoph, sezon başından beri kaleci konusunda yaptığı yanlışlara bir türlü nokta koyamıyor. Sağlam ve güvenilir bir file bekçisi portresiyle işbaşı yapan Asper’i kenara alıp, sünnet çocuğu gibi kaleye geçmekte ısrar eden Myhre’yi tercih etmek, bize göre teknik adam hatası... Öte yandan,
<#comment>#comment>Galatasaray, neredeyse kurulduğu günden bu yana önce Fenerbahçe ile ondan bir on yıl kadar sonra da Beşiktaş ile yoğun rekabete girmiştir. Bu rekabet; hem sahada, hem saha dışında neredeyse bir asıra yakındır sürmektedir.
Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş ile sadece sporda değil, hemen her alanda seviyeli bir çekişme içinde olmuştur. Her alanda olduğu gibi rekabet sporda da gerekli bir unsurdur. Yeter ki bu rekabet yıkıcı, kırıcı değil, teşvik edici nitelikte olsun. Yarıştığı rakiplerin kalitesi Galatasaray’ın kalitesini de belirler. Fenerbahçe veya Beşiktaş olmadan Galatasaray’ın olmasının ya da başarısının fazla bir anlamı olmaz. Dolayısıyla onlar varsa Galatasaray var olur, değer kazanır ve yücelir. Günümüzde Fenerbahçe-Galatasaray veya Galatasaray-Beşiktaş rekabetlerinin anlamı; medyanın da olumsuz etkisiyle gücünü karşı tarafa kabul ettirme gibi yanlış bir yola girmiştir. Taraftarlar kendi kimliklerini arayış içinde olduklarından karşı tarafı düşman olarak görme eğilimindedir. Bu yanlıştır. Rekabet, birlikte yaşamak ve birlikte olmaktır. Birlikte olmadan rekabet olur mu?(*)
Fenerbahçe Kulübü’nü 2000’lere taşıyan en önemli nedenlerden biri, Galatasaray
<#comment>#comment>Yumurtalar rafadan, goller İlhan’dan! Milli Takım için sıkıştırılmış, yoğunlaştırılmış lig programı ilginç tablolar yaratıyor. Güngören Belediye Stadı’ndaki maç iyi bir "brunch" örneği oluşturdu. Pazar günü, üstelik bahar ılımanlığında öğle ortası futbol yadırgandı. Sabah kahvaltısı ile öğle yemeğini birleştirerek brunch yapmaya alışanlar dün başlama vuruşundan sonra ilk yarı bitene kadar değişen gecikmelerle maça zor attılar kendilerini. Tribünlerde esneyenler, saha içinde de gevşeyenler çoğunluktaydı.
Maçın ilk 45 dakikası, İstanbulspor’un Beşiktaş’a rövanşı vermemekteki direnişi ve kararlılığıyla geçti. Geride alan savunması yapan, orta alanda sık sık pres yaparak, top çalan ev sahibi, üç net gol pozisyonu yarattı, ama Mehmet Yozgatlı’nın vuruş zaafiyetinden hak ettiği skoru bulamadı. Hele bir de İbrahim - Mhyre anlaşmazlığı vardı ki, Beşiktaşlıların yüreği ağzına geldi.
Beşiktaş ilk yarıda oyuna istediği şekli veremedi. İstanbulspor’un hesap dışı atakları ve orta alandaki akıllılıkları yüzünden hücuma rahatlıkla yönelemedi. Sağ kanatta Khlestov oyunun ağır yükünü taşırken, solda İbrahim etkisiz ve dağınıktı. İlhan - Ahmet Dursun ikilisinin
<#comment>#comment>Artık bu toplu sahtekârlıktan vazgeçelim. Futbolu spor olarak yapıyor ya da seyrediyorsak tiyatro oynamayı, siyaset yapmayı, kışkırtmayı ve hır çıkarmayı terkedelim. Şayet bu kötü alışkanlığımızdan vazgeçmezsek ortada ne spor kalacak, ne futbol, ne lig, ne de kupa... Kazanan - kaybeden fark etmeyecek. Sorumsuzluk, onursuzluğa dönüşecek. Onursuz olmaya alışanlar, rıza gösterenler, siyaset uğruna spor alanına inenler, adam kışkırtanlar, günahsız masum kitleleri gaza getirip kışkırtanlar kendi kritiklerini lütfen dürüstçe yapsınlar. Bu pis ve iğrenç davranışlarına son veremeyeceklerse unvanları, rolleri, görevleri, kimlikleri ne olursa olsun defolup gitsinler.
* * *
Gaziantep’teki kupa maçı iki teknik direktörün hata tartısıyla başladı. Samet Aybaba kalede Hasan Gültang’la çeyrek final mücadelesine çıkarken kalecisinin tecrübesizliğini hesaba katmamıştı. Christoph Daum ise başarılı bir seri ile Beşiktaş’ta işbaşı yapan Asper’i kulübeye çekip gözağrısı Myhre’yi kaleye geçirmiş, savunmada başarı ile istikrarlı yakalayan Ahmet’i kenara alıp, Erman’ı görevlendirmişti. Maç kalecilerin yediği hata üstüne hata kokan dört golle sonuçlandı. Normal
<#comment>#comment>Christoph Daum, kim ne derse desin şanslı bir teknik direktör... Çılgınlığına, çelişkilerine ve hatalarına rağmen başarıları yakalıyor... Karizmasına her geçen yıl yeni bir şeyler ekliyor. O nedenle Alman futbolunu ayağa kaldıracak adam olarak seçildi. Özel yaşamındaki çarpıklıklar yüzünden - şimdilik treni kaçırdı. Ne var ki Daum, başına gelen aksiliklerin çapı ne olursa olsun, yine de başarı ortamının içinde yaşıyor.
Türkiye’deki ilk şampiyonluğunu hatırlayınız... Saftig’li Galatasaray’ın Samsunspor, Gaziantepspor ve Antalyaspor’a, Ali Sami Yen’de peşpeşe kaybettiği puanlarla 1995’de bir anda şampiyonluğu kucağında buluvermişti.
Bugünkü tablo da Daum’un şansının sürdüğünü gösteriyor. O tarihlerde evindeki yenilgelerle zirveyi kaybeden Galatasaray, bugün Ali Sami Yen’in efendisi... Ancak bu "efendi", deplasmanda 16 puan kaybederek bir anlamda "şamar oğlanı" dramı yaşıyor. Beşiktaş’ın deplasmandaki puan kayıpları 9... Evindeki puan kayıpları da 10... Daum, takımının İnönü’ye her çıkışında olmadık yanlışlar ve inatlar sergileyerek puan kaybına bireysel katkıda (!) bulunuyor... Nasıl olsa şansı devam etmekte. İnönü’de Samsunspor’a takıldıktan 24 saat sonra