Futbolu, futbolun içinden gelenler yönetsin!
Son yıllarda parlatılarak hayata katılan önemli bir iddia... Bir çok yeterlilik aşamasını, standardı aşarak, atlayarak futbolda önemli pozisyonlara seçilen eski futbolcular var.
Hayır, onlara karşı değilim. Futbola verdikleri emekleri, adanmışlığı saygıyla karşılarım. Bulundukları yerlere ne kadar yakışıyorlar? Bu sorunun yanıtı da tartışılmalı. Ama asıl takıldığım nokta antrenörlük... Tolunay Hoca’dan aldığım bilgiye ve Teknik Adamların Eğitimi ve Sınıflandırılması Talimatı’na göre antrenörlüğe geçişin de “öğrenim” belgesi aranmadan “yumuşatıldığını”, “kolaylaştırıldığını” görüyorum. Oysa SYO ya da Spor Bilimleri Fakültesi’nde 4 yıllık eğitimle diploma alan antrenörler, mesleğe Pro Lisansla değil, Grassroots B lisansı ile katılabiliyorlar.
Bu durumda skor tabelası Alaylılar 3-Mektepliler 1 olarak belirleniyor.
Kısacası Kurslara katılıp UEFA Pro Lisansı alarak yetkili antrenör statüsü elde eden “hocalar” Türk futbolunun en ağır yükünü taşıyorlar.
Türk sporunun gelişmesinde hız ve ivme kazanarak öncülük eden spor dalı, voleybol oldu. 2004 yılında bağımsız spor federasyonları arasına katılarak özerkleştirilen Türkiye Voleybol Federasyonu, yıllar geçtikçe hem alt yapı, tesis, eğitim, organizasyon, kulüpler ve milli takımlarda yeniden yapılandı, hem de uluslararası başarılarıyla değer kazandı.
2004 yılında Spor Genel Müdürlüğü tarafından görevlendirilen 8 personeli ve kendi bünyesindeki 8 elemanıyla çalışmalarını yürüten TVF, bugün 100 kişiyi istihdam ediyor. Bu görevliler sadece maaş bordrosunda değil, voleybola hizmetin her alanında kendilerini gösteriyorlar. Ayrıca Fabrika Voleybol Okulları projesinde de 93 anterenör yaş gruplarında eğitici olarak çalışıyor. Türkiye Voleyol Federasyonu, 60 milyon liralık bütçesinin yüzde 50’sini devlet bütçesinden karşılıyor. 30 milyon liralık gelir de sponsorlardan sağlanıyor. Başkanı Akif Üstündağ, gerçekleştirilen başarıda kulüplerin başrol oynadığını söylüyor. Vestel Venüs Sultanlar
Koronavirüsün ölümcül tehdidi, önemsemediğimiz bazı değerleri hepimize yeniden hatırlattı.
En başta sağlığımızın ve hayatın ne kadar değerli olduğunu… Soluk almanın kıymetini, el-ele tutuşmanın, sarılmanın, sevdiklerimizle birlikte olmanın, yolculuk yapmanın, birlikte eğlenmenin, arkadaşlarla aydınlık sofralara oturmanın bize neler bahşettiğini unutmuştuk…
Paranın satın alamayacağı değerleri de… Sevgiyi mesela… Paylaşmayı da unutmuştuk. Futbol maçlarında oyunun güzelliğine ya da mücadelenin asaletine değil, savunmanın sefaletine, ofsayt kararının, kırmızı kartın rezaletine kaptırmıştık kendimizi.
Keyif almanın, alkışlamanın yerine öfkeyle aşağılamanın rüzgarına kapılmıştık.
Böylesine şoklar yaratan, insanları trafikten uzaklaştıran, en lüks otomobilleri parka, sahiplerini evlere hapseden, günlük hayatın sınırlarını sürekli daraltan virüs, sonunda spor dünyamızı da teslim aldı.
Unuttuğumuz gerçek; ancak sağlıklı, onurlu ve özgür insanların spor yapabileceği idi.
Sağlık yoksa hayat da yoktu. Yaşayamıyordun, yaşamıyordun. Onurun yoksa da yaşamıyordun,
Kimsesizlerin maçında Fatih Terim’in sürpriziyle başladı Galatasaray… Orta alanda oynaması beklenen Ömer kenara alınmış, kimilerince Hoca’nın “manevi evladı” olarak adlandırılan Belhanda sahaya sürülmüştü… Beşiktaş’ta da sağ kanatta Lens-Diaby ikilisi kulübede otururken Sergen Yalçın görevi Boyd’a vermişti. İki takımın da farklı başlangıç kadrosundan bir fayda göremediğine tanık olduk. Hele Belhanda… Lemina ve Seri oyunun her iki yönüne katılarak takımın harekat merkezini oluştururken Faslı oyuncu sahada bir yabancı gibi dolaşıyordu. Boyd da elinden geleni yapmaya çalıştı ama derbinin ağırlığı ona fazla geliyordu.Kimsesizlerin maçında Fatih Terim’in sürpriziyle başladı Galatasaray… Orta alanda oynaması beklenen Ömer kenara alınmış, kimilerince Hoca’nın “manevi evladı” olarak adlandırılan Belhanda sahaya sürülmüştü… Beşiktaş’ta da sağ kanatta Lens-Diaby ikilisi kulübede otururken Sergen Yalçın görevi Boyd’a vermişti. İki takımın da farklı
Nereden bakarsanız bakın “kimsesizlerin maçı” bu!
- Galatasaray’ın Telekom’daki coşkulu ve ezici baskısı ev sahibi takım adına büyük bir avantaj kaybı. Peki bu bir dezavantaj mı? Hayır. Galatasaray o açığı oyunu ve formuyla kapayabilir. Beşiktaş açısından bakarsak... Boş tribünlere oynamak avantajdır.
- Fatih Terim, Galatasaray’ı yönettiği her dönemde “ligin efendisi” kimliğini korumuştur. Sergen Yalçın, bu anlamda egemenliği henüz ele geçirememiştir. Elindeki tek silah, “ofansif” karakterle oyunu karşı alana yıkmaktır.
- Galatasaray’ın fenomen kalecisi Muslera ve dörtlü savunma hattı, Beşiktaş’a karşı hem bütünlük hem de devamlılık avantajıyla oynayacak. Sağda Mariano çok sağlam ve hızlı. Donk, Marcao, solda Sarrachi çok uyumlular. Orta alanda Lemina ve Seri oyuna akıl koyuyor, Ömer de harika bir sezon geçiriyor. Oradan çıkan toplar, Feghouli ve Onyekuru gibi iki delici kanat oyuncusuna sihirli pozisyonlar bahşediyor.
- Beşiktaş savunması, kaleci Karius dahil çok kolay açık veriyor.
Televizyon yayınlarında izleyebildiğimiz görüntülerden sonra kamu vicdanı rahatsız... Gaziantep FK-Trabzonpor (1-1) maçında Nwakaeme’nin, Fenerbahçe-Y. Denizlispor maçında Serdar Aziz’in golleri öncesinde takım arkadaşlarının rakibe faul yaptığı gerekçesiyle VAR müdahalesi sonucu iptal ediliyor. Uzman arkadaşlar, emekli FIFA hakemleri ve biz gazeteciler, iki golün de “haksız ve yanlış” uygulamalarla geçersiz sayıldığını, maçın sonucunu etkileyen hatalar yapıldığını görüyoruz.
Adaletin saptığı her alanda öfke kaçınılmazdır. Özellikle de yarıştan alıkonduğunuzu, engellendiğinizi algılıyorsanız. O nedenle Trabzonspor yöneticisi tarafından yapılan açıklama ağır iddialarla dile getirilse de, sürpriz sayılmamalıdır. Aynı biçimde Fenerbahçe Spor Kulübü’nün futbolda yaşadığı çalkantılı ve dramatik ortam, daha da gerilmiştir.
Hakemlerle ilgili iddiaları elbette araştırmak, sonuçlandırmak gerekir. Bu alanı yetkililere ve sorumlulara bırakarak sportif değerlendirmeler yapalım.
VAR sistemiyle Türk
Takdir etmemek mümkün değil... Beşiktaş her şeye rağmen coşkuyla oynuyor. Başka takımlarda travmaya neden olan, büyük sorunlar yaratan hayal kırıklıkları ve değişimler sanki Beşiktaş’ı hiç etkilememiş gibi.
Savunma sorunlarını henüz çözebilmiş değiller. Ama ofansif karakterleriyle hem doğru oyunu oynamaya çalışıyorlar, hem de çok adamla gol pozisyonlarına giriyorlar. Beşiktaş’ın taraftardan yana kredisi açık. Çünkü kulübede Sergen Yalçın var. Sergen Hoca, tıpkı futbolculuğunda olduğu gibi yaratıcı bir heyecanla oyun kurmaya çalışıyor. O heyecanın en göze batan adamı Atiba. Orta alanda en çok topla buluşan, hemen her defasında takımını hücuma kaldıran 37 yaşındaki “makine adam” Boyd’u, Burak’ı, N’Koudou’yu ve Boateng’i sık sık gol şansıyla buluşturuyor. Beşiktaş kalabalık Ankaragücü savunmasının içinde şut için yeterli açık alanı ve zamanı bulamıyor. Burak Yılmaz’ın formsuzluğu da emekle hazırlanmış pozisyonları karşılıksız bırakıyor.
Faty’nin, Atiba’nın ayağına
Süper Lig’de sezon sonu yaklaşırken, ya da atçılık deyimiyle yazalım takımlar “son düzlüğe” girerken şampiyonlukla ilgili geleneksel sorular yine ısıtıyor muhabbeti:
“Abi, bu sene bizi şampiyon yaparlar mı?”
Şampiyonluğun sanki bir atama, bir terfi kararı olduğuna öylesine inanmış ki futbol camiası, sormadan edemiyor.
Sahadaki oyun umurlarında değil... Oynayarak ya da izleyerek zevk almıyorlar. Kendilerini ait hissettikleri kulüpler adına kaygı duyarak, bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, mutlaka ters gideceğini öngören Murphy yasalarına uyarak... Paranoyaların baskısından kurtuluş için soruyorlar o soruyu.
Futbola en büyük saygısızlığı ediyorlar. Sahadaki oyuna, oyunu gerçekleştiren emeğe, akla, duyguya, fizik güce... Kurallara, kararlara, beceriye, zamanlamaya... Disipline ve mücadeleye boş veriyorlar.
Her sene şampiyonluğa karar veren birilerinin olduğunu var sayarak soruyorlar soruyu. O birilerinin gücüne inanarak, oyunu saha dışında başka güçlerin savaşı biçiminde görüyorlar.
Şampiyon yapacak olan kim, ya da kimler? Hangi