İsrail, düzenlediği son operasyonla İran’daki önemli nükleer ve askeri tesisleri hedef aldı.
İran Tel Aviv’e füzelerle saldırarak karşılık verdi.
Trump nükleer silahı bahane ederek bir sonraki saldırının daha acımasız olacağını söyleyerek gerilimi tırmandırdı.
Çünkü nükleer silah bahanesi, bu iki ülke için işgalin en geçerli pasaportu oldu.
Bütün bunlar giderek anlamsızlaşan bir dünyada nükleer paylaşım savaşının ilk fragmanları sayılır.
Burada mesele gerçek tehdit değil, tehdit algısını kimin şekillendirdiği.
Çünkü sahnedekilerin niyetiyle, perdenin arkasındakilerin çıkarı her zamankinden daha karmaşık.
Nükleer gerekçe artık savaşı meşrulaştırmanın en etkili araçlarından biri.
Amerikan demokrasisi yalnızca seçimlerle değil, biri geleceği tasarladığını, diğeri geçmişi yeniden iktidara taşımak istediğini söyleyen iki adamın güç kavgasıyla yeniden şekilleniyor.
Elon Musk ile Donald Trump arasındaki gerilim, artık kişisel bir restleşmenin ötesinde.
Her gün biri diğerini tehdit ediyor, uyarıyor ya da aşağılıyor.
Ancak bu kavga, yalnızca iki güçlü adamın kapışması değil; devletin ve sermayenin geleceğine dair büyük bir çatışmanın sahnesi.
Musk’ın Trump’ın ekonomi paketine “iğrenç bir rezalet” diyerek karşı çıkmasıyla başlayan Trump’ın “nankörlük” çıkışıyla kişiselleştirilmeye çalışılan bu gerilim, bir iktidar savaşına dönüştü.
Musk, Trump’ı hüküm giymiş pedofili Jeffrey Epstein’la ilişkilendirilen belgeleri halktan saklamakla suçladı.
Açıkça devletin içindeki kirli pazarlıkları ifşa etmekle tehdit etti.
Musk’ın bu sert çıkışları devleti tanımlama gücüyle sermayeyi yönetme arzusu ara
Yasa dışı bahis, buharlaşan milyarlarca lira ve dijital cüzdanlar...
Biri yasak, diğeri serbest. Ama birlikte çalışıyorlar.
Son dönemde dijital cüzdan platformlarına yönelik adımlar, sadece bir şirketi ya da bir ismi değil, çok daha büyük bir sorunu işaret ediyor:
Türkiye’de dijital ödeme sistemleri, yasa dışı faaliyetlerin sessiz ortağı haline mi geldi?
Yasa dışı bahis piyasası, yıllardır devletin radarında. Ancak bu piyasayı dönüştüren en büyük değişim, geleneksel para akışının dijital kanallara kayması oldu.
Artık bahis siteleri banka IBAN’ı istemiyor. “Kolay para yatırma” sekmesi altında dijital cüzdan adresi veriyor. Kredi kartı istemiyor. Sadece bir telefon numarası yeterli. Ve saniyeler içinde para karşı tarafa geçiyor.
Bu kolaylık yalnızca kullanıcıya değil, suç ağlarına da hizmet ediyor. Çünkü bu sistemde iz sürmek zor, denetlemek geç, caydırmak imkânsız. Yatırılan paranın kaynağı sorulmuyor, çekilen kazancın amacı bilinmiyor. Her şey “kullanıcı inisiyatifi” diye tanımlanıyor.
Kredi kartı kullanmadan
Görüntünün, içerikten hızlı olduğu, dijital narsisizmin kurumsallaştığı bir çağdayız.
İnsanın değerini belirleyen şey, artık sizin ne kadar görünür olup olmadığınızla ilgili.
Gündelik hayatın içinden çekilmiş sıradan bir video, kimi zaman ömür adanmış bir kitabın, kapsamlı bir araştırmanın ya da bir düşünce insanının yıllara yayılan emeğinin önüne geçebiliyor.
Görünür olmayan düşünce ise, yavaş yavaş yok hükmüne indirgeniyor.
***
Oprah & Arthur Brooks: Social Media is Sabotaging Your Happiness belgeseli, bu çürümeyi birey düzeyinde gözler önüne sermekte.
Harvard Üniversitesi profesörlerinden Arthur Brooks ve medya ikonu Oprah Winfrey, sosyal medyanın bizi nasıl yanıltıcı bir mutluluk illüzyonuna ittiğini anlatıyor.
Brooks’un “görünürlük bağımlılığı” olarak tanımladığı durum, mutluluğu bir iç deneyim olmaktan çıkartıyor.
Uruguay eski Devlet Başkanı Jose Mujica’nın ölümüyle birlikte, sadece bir insan değil, dünyada giderek silinen bir siyaset biçimi de sessizce sahneden çekildi.
Çünkü Mujica bir politikacıdan çok, bir ahlaki duruştu.
Kapitalist çağın kutsadığı değerleri, mülkiyet, gösteriş, konfor ve iktidar ayrıcalıklarını reddetti.
Ne var ki dünya medyası, söz birliği etmişçesine, onun bu radikal ve eleştirel tercihini ısrarla “fakirlik” olarak etiketlemeyi seçti.
Her defasında “Dünyanın en fakir devlet başkanı” tanımlamasıyla anıldı ve böylece bir tür istisnai figür olarak marjinalleştirildi.
Bu etiket, yüzeysel bir hayranlığı dile getirse de gerçekte derin bir kavrayış eksikliğinin göstergesi olunca Mujica’nın iktidarın doğasına, tüketim toplumunun yapısına ve eşitsizliklere dair sistematik eleştirisi de görünür olmaktan çıktı.
Fakir etiketi onu izlenebilir kıldı ama anlaşılır kılmadı.
PKK’nin feshi ve silahlı mücadelesini sona erdirmesi tarihi bir karardır.
Ancak sonuç değil, barışa giden yolda atılan ilk adımdır.
Dolayısıyla bu karar PKK’nın stratejik bir pozisyon güncellemesi gibi okunmalıdır.
Örgütün kararda siyasi alan kazanma, uluslararası destek arama, Öcalan’a alan açma gibi talepleri son derece anlaşılır olsa da barışın nasıl dizayn edileceği daha önemli bir mesele.
Bu da sürece devletin nasıl karşılık verip vermeyeceğiyle şekillenecek.
Çünkü devlet karardaki samimiyeti mutlaka test edecektir:
Mesela kararda “PKK adıyla yürütülen çalışmalar sonlandırıldı” ne demek? Bu ifade yalnızca isim değişikliği veya yeni bir yapılanmaya geçişin işareti olabilir mi?
Ya da kararda içinde sıkça geçen “demokratik çözüm”, “hukuki güvence” ve “Öcalan’ın rolü” gibi ifadeler, devletin adım atmaması halinde bu kararların askıda kalabileceğinin sinyalini mi veriyor?
Kırk yıl… Dört kuşak…
Binlerce insan kaybı, milyonlarca travma…
Kuşaktan kuşağa aktarılan acılar, kayıplar yarım kalmış hayatlar…
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir mesele bu kadar uzun süre hem devleti hem toplumu bu denli derinden yıpratmadı.
Ve şimdi, bu savaşın sona ermesi yönünde bir süredir dikkat çekici adımlar atılıyor.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı, Öcalan’ın “silah bırak ve kendini feshet” çağrısı sonrası beklenen PKK kongresi gerçekleşti.
Süreç yeterince şeffaf olmayabilir, güven vermeyebilir. Ama umut? O hep var.
Kongrede nasıl bir yol haritası belirlendiğini henüz tüm ayrıntılarıyla bilmiyoruz ama bu Türkiye siyasal tarihinin kırılma anları açısından da not edilmeli.
Bomonti’nin daracık arka sokaklarından birinde, birbirine bitişik nizam 70 yıllık binalarından birinde oturuyorum…
Gürültüyle gelen o sarsıcı depremle birlikte kendimizi sokağa attık…
Önce telefonlarımız bir süre için çalışmadı, ardından nereye kaçacağımızı bilemedik.
Toplanma alanı yoktu.
Mahalle sakinleri bir pasajın girişinde çay ocağında oturduk sonra evlere dağıldık…
Fakat birkaç gündür medya, bilim adamlarına yıllardır sorduğu o iki meşhur sorunun etrafında dönüp duruyor:
İstanbul’da büyük deprem ne zaman olacak? Kaç şiddetinde olacak?
Kimi “devamı gelecek” diyor, kimi “artık olmaz” diyor, kimi tarih veriyor…