Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan’ın İstanbul’a gelişi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı zirvesi vesilesiyle olsa da ilgi yarattı.
İki dışişleri bakanının masasında “tarih komisyonu” ve “sınırların tanınması” başlıkları var.
Türkiye, “soykırım” meselesinin tarih komisyonuna havale edilmesinde ısrarcı... Oradan alınacak “olumlu” sonuçlara göre sınırın kademeli olarak açılmasını savunuyor.
Ermeni tarafı ise hayli zaman alacak bu komisyonu beklemeden sınırın açılmasından yana...
Sınırların tanınması konusunda ise fazla sorun gözükmüyor.
İstanbul buluşması, Cumhurbaşkanı Gül’ün başlattığı “futbol diplomasisi”ni ileri taşır mı?
Herkeste temkinli bir iyimserlik var. Çünkü iki Dışişleri Bakanı’nın buluşması bile büyük adım...
Geçen yıl bu zamanları hatırlayın. Ne tartışıyorduk: “Türkiye Malezya olur mu?”
Malezya’da önceki gün Milli Fetva Konseyi “Yoga, Müslümanlar için haramdır” diye fetva verdi.
Daha önce de Mısır ve Singapurlu din adamları, yoganın insanları Hinduizme götürebileceği için haram sayılmasını istemişti.
* * *
Malezya’daki fetvanın yayımlandığı gün Milliyet, ilahiyatçılardan ortaöğretim din dersi kitabındaki bir cümleyle ilgili görüş topluyordu.
Taraf’ın manşetine “Milli Eğitim’den Şeytan Ayetleri” başlığıyla yerleşen bu ifade, 9. sınıf “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitabının 16. sayfasındaydı. Şöyle diyordu:
“Vahye dayanmayan inanç biçimleri, toplumda olumsuz etkilere yol açan reenkarnasyon ve satanizm gibi zararlı akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.”
“Şair Cohen”, “hippi Cohen”, “savaşçı Cohen”, “depresif Cohen”, “devrimci Cohen”, ama hepsinden çok “bilge Cohen” vardı sahnede...
14 Kasım Cuma akşamı Londra’nın güney banliyösündeki dev konser salonu O-2’deydik:
Ziya, Dilek, ben...
Ve sahnede Leonard Cohen...
Bizi ve bizden önceki kuşağı büyüten “bilge adam”, uzun süren bir inzivadan doğrulmuş ve 15 yıldır beklenen büyük turne (“son tur?”) için yola koyulmuştu.
Mayısta başlayan turne programında ilkin İstanbul da görünmüş, sonra ne olduysa kaybolmuştu.
Salı gecesi NTV Ankara stüdyosunun konuk odasında önemli bir buluşma gerçekleşti. “Neden”e konuk olacak Radikal yazarı Oral Çalışlar ile AKP milletvekili, Alevi yazar Reha Çamuroğlu oturuyorlardı.
Sonra Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız geldi. Balkız, bir süre önce Çamuroğlu’nu “düşkün” ilan etmişti. Ama dostça kucaklaştılar; programda da olgunca tartıştılar.
Ardından, Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu geldi. O da samimi sohbete katıldı. Ve bu havada başlayan tartışma, son dönemin en yapıcı, en olumlu programlarından birini yarattı.
Yazıcıoğlu’ndan özeleştiri
“Neden”deki ılımlı tavrıyla bu sonucu hazırlayanlardan biri, kuşkusuz Bakan Yazıcıoğlu idi.
Yazıcıoğlu, sadece bir siyasetçi değil, Sorbonne’da doktora yapmış bir ilahiyat profesörü... Dolayısıyla sözlerini akademik olarak da ciddiye almak gerekiyor.
Doğrusu ben çarşaflı bir kadının CHP’ye üye kaydedilmesini hiç yadırgamadım.
Baykal’ın dediği gibi “Bir insanın kılık kıyafetine bakıp onun düşüncesini ya da ahlaki kimliğini etiketlemek mümkün değildir”.
Doğru da değildir.
Önceki gün NTV, bu açılımın mimarı olarak tanıtılan CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in açtığı Cumhuriyet Halkevleri kurslarına katılan kadınlarla röportajlar yaptı. Kadınların çoğu türbanlıydı. Bir tanesi, makyajlı çehresini kameraya döndü ve dedi ki:
“Eve kapanmıştım. Bunalıma girmiştim. Nihayet burada kendime geldim.”
Siyasetin Türkiye’ye sağlayabileceği en büyük fayda, bu sosyalleşmedir.
O yüzden CHP kendi sınırlarını aşmak, Türkiye’nin önünü açmak istiyorsa hızla kitleselleşmeli ve AKP’nin yaptığı gibi, kadını evinden dışarı, partiye, kursa, siyasete çekebilmelidir.
Alarmdayız! 24 Nisan’da acaba Amerika’nın yeni Başkanı, kampanyasında verdiği söze sadık kalıp “Ermeni soykırımı”ndan söz edecek mi?
Ederse Amerika’ya küsecek miyiz?
Küsersek ilişkileri nasıl götüreceğiz?
Ya Kıbrıs?
Müzakerelerde Ankara devre dışı kalacak mı? Çözüm aranırken cephede kazanılanlar, masada bırakılacak mı?
Endişeliyiz.
Aleviler yürüyor. Zorunlu din derslerinden, Diyanet’in yapısından, camilere uygulanan kolaylıklardan cem evlerinin yararlanamadığından yakınıyorlar.
Y ıllar önceydi. Ahmet Kaya bir gün stüdyosuna davet etti.
“Gel sana son albümümü dinleteyim” dedi.
Girdi camlı bölmeye, kulaklığını taktı. Acı çeker gibi inleyen bir gitar sesinin üzerine haykırmaya başladı:
“Yılan bana/ çiyan bana/ h’stir çeker yılan bana/
Lan gardaş bu nasıl yara/ kanar her yerimden....”
Sözler, şair Enver Gökçe’nindi. Ama Kaya için yazılmış gibiydi:
“Sövülmüşüm, dövülmüşüm, kovulmuşum ben/
Yeni Türkü ile ilk röportajımı 1980 yazında yapmıştım. Geçen hafta onları İzmir’de izlerken, hep yeni kalabilmelerine şapka çıkardım
Ekimin son hafta sonu İzmir’de telefonum çaldı: Arayan Derya Köroğlu’ydu. “Buralarda olduğunu duydum. Akşama konser var, bekliyorum” dedi.
Koşarak gittik.
Ve bir izdihamın ortasında son dönemin en keyifli akşamını geçirdik.
Derya griye çalan gür saçlarıyla başını duman almış bir dağ gibi çıktı sahneye...
Ve adeta mazimizi bize mısra mısra, dize dize söylemeye başladı.