Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü Yaşar Kemal’e verdi. “Büyük usta”nın hem edebiyatla tanıştığı hem yazarlığa başladığı gençlik yıllarından birkaç sayfa aktaralım bugün...
İnce Memed”in yeni çıktığı ve bütün dünyada tanındığı dönemdi.
Yaşar Kemal Londra’ya kitabını tanıtmaya gitti.
Basın toplantısı yaptığı otelde 50 civarında gazeteci ve eleştirmen vardı.
Onlara romancılık serüveninde, gençlik yıllarındaki gözlemlerinden nasıl yararlandığını anlatıyordu:
“Ben” dedi, “Anadolu’yu çok dolaştım; neredeyse kasaba kasaba bilirim. İstanbul’u da ev ev bilirim.”
Eleştirmenlerden biri merak etti:
Bir ülkenin Başbakan’ı, ülkenin istihbarat teşkilatına güvenmiyorsa orada bir demokrasiden, hukuk devletinden, sağlıklı bir idareden söz edilebilir mi?
Geçen hafta Mesut Yılmaz, Kanal D Haber’den Işınsu Tezkan Tüz’e aynen şöyle dedi:
“MİT’in kendisinde olan bilgileri, amiri konumunda olan benimle, yani Başbakan’la tam olarak paylaştığını hiçbir zaman söyleyemem.”
Bu laf hangi uygar ülkede söylense yer yerinden oynar.
Türkiye’de “normal” sayıldı.
Neden?
Daha önceki başbakanlar da aynı dertten mustaripti de ondan...
İstanbul Avcılar’da polis kıyafetli eşkıyanın pavyon basıp “kadın kaldırması” bana Ferhan Şensoy’un 20 yıl önceki deneyini hatırlattı:
Şensoy ve tiyatrocu arkadaşları, bir oyunda kullandıkları Nazi subayı üniformalarıyla Beyoğlu’na çıkıp kimlik kontrolü yapmışlardı. Üzerlerinde gamalı - haçlı kostümler, deri çizmeler, Nazi kasketleriyle İstiklal’den gelen geçeni çevirip “Kimlik bitte (lütfen)!” diyorlardı.
Komik değil mi?
Ama insanların tepkisi hiç de komik değildi.
Güpegündüz kendilerine yarı Türkçe yarı Almanca kimlik soran “Nazi subayları”na herkes uysalca boyun eğmişti.
Galiba sadece bir kişi “oyun”u anlayıp karşı çıkmış, diğerleri kuşkulandıysa da “Ne olur ne olmaz” diye kimlik göstermişti.
* * *
Hafta sonu Sıhhiye’de işsizlik ve yoksulluğa karşı düzenlenen miting, çatışma görüntüleriyle haber oldu.
Polisle çatışan grup, kaldırım taşlarını sökerek ortalığı savaş yerine çevirirken polis de biber gazıyla müdahale etti.
Eylemcilerden biri, elindeki taşı bir dükkânın camına fırlatmadan önce şöyle haykırıyordu:
“Allahsız kapitalistler! İnin ulan sırtımızdan... Ben 3 aydır işsizim; haberiniz var mı!”
* * *
Şiddet haberleri gazetelere “Kardeşim, hakkını doğru dürüst ara. Ne diye esnafın camını, belediyenin durağını kırıp döküyorsun!” diyen pederşahi bir üslupla yansıdı.
Bu üslubun, öfkeyi anlamaya da dindirmeye de yetmeyeceği kesin...
Geçenlerde Ankaralı bir arkadaşım dedi ki: “Hafta sonu canım sıkıldı. Otobüse binip Eskişehir’e gittim. Porsuk kenarında çayımı içip kitap okudum. Akşam yine otobüse atlayıp geri döndüm.”
Bu gezinin nedenini anlamak için 2 şeyi iyi bilmek lazım:
1. Ankara’nın sefaletini...
2. Eskişehir mucizesini...
Ankara, Gökçek marifetiyle, şehri hunharca bölen bir otoban çevresine serpiştirilmiş devasa alışveriş merkezleriyle “kültürsüz” bir varoşa dönüşürken, Eskişehir, Büyükerşen sayesinde opera, senfoni, tiyatro, sergi salonları, Porsuk Çayı’nda gezinen tekneleriyle alımlı bir üniversite şehri olarak Ankara’dan turist çekiyor.
* * *
Geçen hafta sonu, İpek Yolu Film Festivali için Ankara’dan Bursa’ya giderken geçtik Eskişehir’den...
Söyleyeceği bölüm 30 saniyeydi belki ama öyle titiz ve özenliydi ki, o 30 saniye için tam iki gün uğraştı
Mustafa”nın son sahnesi... Filmin başında bir tablonun içinden çıkıp gelen çocuk, yine aynı tablonun içinde yürüyüp kaybolacak. Ve burada filmin ilk sözlü müziği başlayacak.
Goran Bregoviç bu sahne için önce Atatürk’ün çok sevdiği bir şarkıyı revize etmeyi düşündü. Sonra bir arya önerdi. Güçlü bir aryaydı, sözleri ben yazdım.
Goran “Bize çok iyi iki soprano ve bir alto lazım” dedi.
Hemen Feryal Türkoğlu ve Selva Erdener’le görüştük. İkisi de memnuniyetle kabul ettiler. Notalar ve sözler üzerinde çalışmaya koyuldular.
Ya alto?
Derin devletin iç çatışmaları olmasa Türkiye’de birçok şey açığa çıkamazdı.
Susurluk’u deşifre eden, MİT’in içinden sızan Mehmet Eymür imzalı iki rapor olmuştu.
Şimdilerde daha iyi anlaşılıyor ki, Ergenekon’un ortaya çıkışını da benzer bir hesaplaşmaya borçluyuz.
Karşıt grupların birbiri aleyhine sızdırdığı bilgiler, belgeler sayesinde manzara her geçen gün biraz daha netleşiyor.
Bütün bu toz duman arasında ne olup bittiğini anlamak için, Susurluk’tan bu yana süreci yakından izleyen bazı isimlerin verdiği ipuçlarına dikkatinizi çekmek istiyorum bugün...
Belki Susurluk’u, Ergenekon’a bağlayacak ip de bu ipuçlarının devamında gelecek.
* * *
9. sınıf “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitabının 16. sayfasındaki bir cümlede şöyle deniyor:
“Vahye dayanmayan inanç biçimleri, toplumda olumsuz etkilere yol açan reenkarnasyon ve satanizm gibi zararlı akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.”
Bu ifadeyle reenkarnasyona inanan Uzakdoğu dinleri ve hatta Türkiye’deki kimi inanç grupları, “satanizm”e eş sayılıyor.
Önceki günkü yazımda, dünya huzurunda “dinlerarası diyalog” misyonuna soyunan Türkiye’nin kendi okullarında farklı dinleri karalamasının yakışık almadığına değinmiştim.
O yazıda 1998-2003 arası Milli Eğitim Din Öğretimi Genel Müdürlüğü yapan Prof. Mualla Selçuk’un din dersinin nasıl işleneceğine dair bir tebliğinden söz etmiştim. Buna göre derste “Öğrenci Hinduizm ve Budizmle de tanıştırılacak, ‘reenkarnasyon’ inancını sorgulayacak, karşılaştırmalı dinler tarihinde Noel’i yılbaşıyla kıyaslayacak”tı.
Yazıdan sonra Prof. Selçuk aradı ve ilköğretimde yapılmadığından yakındığımız şeyi, kendilerinin Ankara İlahiyat Fakültesi’nde yaptıklarını haber verdi.
Meğer İlahiyat’ta geçen yıl bir “Dünya Dinleri” bölümü açmışlar ve Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint ve Uzakdoğu dinleri üzerine araştırmalar için ana bilim dalları