Güzelim hafta sonunun gömüldüğü karanlık bir mezarlıktı pazar akşamı...Cumadan artakalan yapılmamış ödevlerin, ihmal edilmiş görevlerin baskın yeriydi.Telaşla karalanmış satırlar, alelacele toplanmış sayılar, üstünkörü boyanmış resimlerdi; "Şunları önceden yapıp bitirsen olmaz mı!" azarıydı.Geç yatılmış iki gecenin ardından yine erken gidilecek bir yataktı.Gelişini akşamüstü banyodan yayılan odun kokusuyla haber verir; sonra yeşil bir sabun kalıbı olur, küvette kafama vurulurdu.Adamın derisini döken bir keseydi pazar akşamı; kaynar suydu, takunyaydı, buhardı.Ama hepsinden çok, pazartesi arifesiydi.Pazar öğleden itibaren bir kramp şeklinde mideye vuran bu asabiyet, tatili zindan ederdi.En kazık derslerin, saç, tırnak kontrollerinin, en baba ödevlerle baskın sınavların randevu yeriydi pazartesi...Sabah güneşten evvel uyanmak; "hoh"layan dudaklarda buharlaşan bir soğuğa sıcacık yataktan kalkmak, sobanın akşamdan kalma küllerini eleyen babanın "Hadi kalk artık" ısrarına dayanmak ve ayazda taşlaşmış siyah önlüğe bürünüp kolalı yakasını takmak hakikaten zulümdü.Galiba ben sadece güzelim hafta sonunu gömdüğü için değil, pazartesiyi doğurduğu için de nefret ederdim pazar akşamlarından...*
2004'ün kasım ayıydı.Amsterdam'a "çokkültürlülük" üzerine bir konferansa gitmiştim.Eray Ergeç'le orada tanıştım.Elinde bir dosya vardı; dosyada bir geminin fotoğrafları, belgeleri... Tesadüfen 1926'nın Hollanda gazetelerinde Karadeniz gemisinin Amsterdam'ı ziyaretine dair haberler okumuştu. Merak edip gemiyi araştırmış ve çok ilginç bulgulara ulaşmıştı.Heyecan içinde anlatıyordu:***Fikir, dönemin Ticaret Bakanı Ali Cenani Bey'e aitti. Ali Cenani Bey, yeni cumhuriyetin ve Türk ihraç ürünlerinin yurtdışında tanıtılması amacıyla bir seyyar sergi düşünmüştü.Avrupa limanlarını gezecek bir gemi bu işi üstlenemez miydi?Konu Meclis'te tartışıldı: "İhraç edecek ne var"dı ki? "Zaten Hazine'de para yok"tu. "Ancak 15 bin lira ayrılabilir"di. Dosya Köşk'e gelince Mustafa Kemal Paşa projenin tanıtım değerini hemen kavradı.Türk inkılabını film yapsın diye Münir Hayri'yi Almanya'ya, İtalya'ya rejisörlük eğitimine gönderen o değil miydi?İnkılabı sahneye konsun diye Faruk Nafiz'e eser sipariş eden o değil miydi?Talimat verdi: Bütçeden projeye 100 bin lira ayrıldı. İstanbul Ticaret Odası da 500 bin lira koydu ve hazırlıklar başladı.***Yolcu gemisi Karadeniz, tersaneye çekilip baştan aşağı yenilendi,
Paşa'yı önceki gün iki çocuğuyla, Erdal İnönü ve Özden Toker'le Ankara İmge kitabevindeki bir söyleşide andık.Bülent Çaplı ile birlikte hazırladığımız "İsmet Paşa" belgeselinin yeni çıkan kitap ve DVD'sini imzaladık. Gençlere İnönü'yü anlattık.Akşam da tarihi Pembe Köşk'te 200 kişilik bir davetli grubuna belgeselin ilk bölümünü sunduk.Erdal bey çok iyi görünüyor; hastalığı tamamen atlatmış gibi...İmge'deki söyleşide dinleyenleri hem düşündürdü hem güldürdü.***"Bugün de vazgeçemediğim bir huyum var" diye lafa girdi Erdal İnönü, siyasete girişini anımsatan bir tonlamayla:"Bir görev verildiğinde düşünmeden kabul ederim."İlkokulu Çankaya ilkokulunda okumuş.Okulun başöğretmeni bir gün Erdal'a bir dosya vermiş. İçindeki kâğıtlarda eski Türkçe yazılar varmış. "Bunları oku, yeni harflere çevir ve özet çıkar" demiş. Yazılar öyle çokmuş ki, çeviri uzun sürmüş. Gece babaannesi niye hâlâ yatmayıp çalıştığını sormuş:"Ödevimi bitiremedim" demiş Erdal..."Çok ödev veriyorlar, babana söyleyeceğim" demiş Cevriye Hanım...Baba, o zaman Cumhurbaşkanı...Ertesi gün öğle yemeğinde konu açılmış:"Lüzumsuz yere yükleniyorlar çocuklara" demiş babaanne...İsmet Paşa:"Getir şu ödevi bakayım" demiş . Erdal
Önceki gün Kenan Doğulu'nun "Türkçe şarkıda ısrar edenler eski kafalı" sözlerine cevaben yazdığım yazıya da mesaj yağdı.Neredeyse tamamı aynı duyarlılığı paylaşan mesajlardı.Ardından Kenan Doğulu aradı:"Öyle demedim, öyle demek de istemedim. Ben sadece önceki yıl bize birincilik kazandıran parçanın İngilizce olmasının bana bir sinyal verdiğini söyledim" dedi.Basın toplantısında söyledikleri bantta kayıtlı:"Türkiye'den giden bir şarkının Türkçe olması lazım gibi kanılar, bence biraz eski kafalı düşünceler..." diyor.Ama şimdi böyle demek istemediğini söylüyor ve "Muradım bu değildi" diyorsa elbette buna ancak seviniriz.Bu polemiğin bir yararı olduysa, Türkçe duyarlılığını ortaya sermek olmuştur.* * *Ben Eurovision'la ilgili değilim. Sönük bir şarkı yarışmasını bunca ciddiye almanın alemi yok.Ama bu tartışmada ciddiye alınması gereken iki konu var:Birincisi çağımıza damgasını vuran bir hırs:"Kazanmalıyız; ne pahasına olursa olsun."Başarıyı yegane varoluş biçimi olarak algılayan ve ilke, kural tanımayan bu anlayış, birincilik kürsüsü için her şeyi feda etmeye hazır.Pop star yarışmalarında en yakın arkadaşını harcamaya teşvik edilerek yetiştirilen bir nesil bunu yadırgamıyor olabilir,
"Türkçe olması eski kafaların düşüncesi... İngilizce daha çok insana hitap etmesi açısından önemli. İçinde yabancıların da kolayca anlayıp söyleyebileceği birkaç söz de olsun. Yıllardır ABD'de kendimi geliştirdim. Buna yetecek kadar İngilizcem var."* * *İtiraf edeyim ki ben Doğulu'nun söz ettiği "eski kafalılar"danım.Kendimi ABD'de geliştirmediysem de "yabancıların da kolayca anlayabileceği birkaç söz" söyleyecek kadar İngilizcem var. Yine de Türkçeyi severim. Çok ekmeğini yedim. Böyle uluorta küçümsenmesine gönlüm razı olmaz.Aynı zamanda, gençliğini Eurovision jürilerinden iyi bir puan alma gayesinde çarçur etmiş bir nesilden geliyorum.Şimdi daha iyi anlıyorum ki, oldum olası hak etmediği bir mana atfettiğimiz Eurovision'un amacı, Batı'nın değişik müziklerini, dillerini bir mecrada sergileyip yarıştırmaktır.Yarışmada 1977'den beri ulusal dil koşulu vardı. 1999'da dil seçimi serbest bırakıldı. Yine de bence Türkçe şarkı, yarışmanın kültürel alışveriş ruhuna daha uygundur. Herkesin Amerikan esintili pop şarkılara İngilizce söz yazdığı bir yarışma Avrupa'ya ne katabilir ki?* * *Buna rağmen Doğulu "Son yıllarda çoğu ülke İngilizce yarışıyor. Türkiye de İngilizce şarkı ile kazandı"
"Türk Sinema Günleri"nde gösterilen "Sivas Cehennemi" belgeselimizi izledik önce... Daha önce "Manisa Acısı"nın, "Tan Baskını"nın izlendiği salonda Fransızlar da vardı; Türkiye'nin yaralarını fark etmek, tartışmak ve sarmak için ille Avrupa'nın itelemesine muhtaç olmadığını gördüler.Sonra "biz bize" kaldık. Ve hararetle memleket sohbetine başladık.***Yıllardır Fransa'da yaşasalar da gözleri, gönülleri Türkiye'deydi. Bölgemizdeki, ülkemizdeki son durumdan konuştuk.Görünen şu:ABD, dengelerini hiç bilmeden ve umursamadan daldığı bir bataklıktan çıkmaya çalışıyor. Ama çıkarken de asırlık mozaikleri kırıp döküyor. Geride yeni tuzaklar bırakıyor.O tuzaklardan birine Vatan'da Ruşen Çakır dikkat çekti. ABD imzalı Irak Çalışma Grubu raporunun 49. sayfasında şöyle bir ifade var:"Irak'la sınırı bulunan, önde gelen Sünni bir ülke olarak Türkiye, Irak'taki ulusal uzlaşma sürecini desteklemede bir ortak olabilir."Ruşen haklı olarak soruyor:"Türkiye önde gelen Sünni bir ülke midir?"Düne kadar Irak'a ve İslam dünyasına "modern, laik, demokratik Türkiye"yi örnek gösteren Washington, şimdi mezhep baltalarıyla dalıyor bilmediği ormana...Belki Şii İran'ın bölgede giderek artan ağırlığını, Sünni bir
Strasbourg'un merkezindeki otelim "Kırmızı Ev"in balkonundan yolun hemen karşısındaki iki sinema görünüyor.Biri Hollywood filmleri gösteren Vox...Diğeri dünya filmleri gösteren Odyssee...İkisinin önünde de kuyruk var.Vox'taki kuyruk bir Hollywood filmi olan "Eragon" için... Odyssee'de ise Türk filmi "Dondurmam Gaymak" oynuyor.Bir sinema sevdalısı olan Faruk Günaltay'ın 18 yıldır düzenlediği "Türk Sinema Günleri"ndeyiz. Dünyanın en eski 3 sinemasından biri olan Odyssee'nin muhteşem salonunda Türk filmi izlemeye gelenlerin yüzde 40'ı Fransız... Fransa'yla ilişkilerde soğuk rüzgârların estiği bugünlerde perdeden kurulan bu sanat köprüsü altın değerinde... Hele bu festivalin Fransız Kültür Bakanlığı ve Strasbourg belediyesinin desteğiyle düzenlendiği düşünülürse...***Bu destek, bir hayır işi değil; bilinçli bir çabanın eseri...Fransa, Hollywood'a karşı takdire şayan bir mücadele veriyor.Kendi sinemasını ayakta tutabilmek için ciddi önlemler alıyor. Örneğin her Amerikan filmine kesilen biletten yüzde 12 vergi alıyor ve bu parayı Fransız filmlerine aktarıyor. Böylece pahalı Hollywood yapımları karşısında ulusal sinemasının ezilmesini önlemeye çalışıyor. Başarılı oluyor mu
Ellerindeki pankartta "Öğrencime dokunma" yazıyordu.ODTÜ'den, Gazi'den, Hacettepe'den, Ankara Üniversitesi'nden hocaların "Üniversitede sopa değil söz konuşsun" diye yürüyüşe geçmesi boşuna değil.Sessiz heyetin İnsan Hakları Anıtı önünde söylediği gibi "üniversiteler sistematik olarak şiddet ortamına çekilmeye çalışılıyor."* * *Basın görmese de (ya da birbirinden bağımsız, sıradan olaylar gibi görse de) üniversite ciddi bir saldırı dalgasının hedefinde...En son olay bile işin hangi boyuta geldiğini kanıtlamaya yeter:Gazi Üniversitesi'nin sevilen hocası Prof. Dr. Kadir Cangızbay aldığı tehditler üzerine dersleri bıraktı. Sorulunca da "Korktuğum için bıraktım. Terör budur, yıldırma budur. Umarım artık peşimi bırakırlar" dedi.Neydi Cangızbay'ın peşine düşmelerine neden olan şey:Derste Mehmet Ağar'ın "ovada siyaset" önerisini destekleyen şeyler söylemişti. Bunun üzerine de üniversitedeki zorbaların hedefi haline gelmişti.27 Kasım günü evden çıktığında aracının dört lastiğinin de patlatıldığını gördü. Araca bırakılan notta "Üniversite kaledir. Senin gibileri sokmayız. Sabrımızı zorlamayın" yazıyordu.Üniversite, hocasını koruyamadı; zorbalığa boyun eğdi.* * *Malum, bu Gazi'deki ilk olay