Bunda hem turizmi baltalamama hem terörün reklamını yapmama kaygısı var.Tabii New York, Londra saldırılarından sonra Batı medyasının vahşet görüntülerini yansıtmaması da birer örnek oluşturdu.Kan revan içindeki insanları sergilemek, medyanın kaçınması gereken bir "meslek hastalığı"... Ancak habere gereken yeri ve önemi vermek... işte orada medyanın işlevini tartışmamız gerekiyor. Çünkü haberi "küçük görerek" ya da bazen görmeyerek medya, "sorumlu yayıncılık" adına gazetecilik misyonundan caymış oluyor.Ne uğruna?Terörü cesaretlendirmemek ya da kitleleri paniğe sevk etmemek gibi insani bir ideal uğruna...Bu, kutsal bir çaba...Ama acaba işlevsel mi?* * *Dün ABC televizyonu Çeçen lider Basayev'le bir söyleşi yayımladı.Basayev'in "Saldırılarımız sürecek" dediği röportajı Ruslar "teröre hizmet" sayıp kınadı.1980'lerde İngiliz Başbakanı Thatcher da İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) liderleriyle yapılan röportajların "can çekişen teröre oksijen sağladığını" söylemiş ve televizyonda IRA temsilcilerinin kendi sesleriyle konuşmasını yasaklamıştı.6 yıl süren yasağı sonraki Başbakan Major kaldırırken, "Yasak, konuluş amacına hizmet etmedi, hatta tersine sonuç verdi" dedi.Bu uygulama yüzünden
Ekonominin patronluğu ve AB başmüzakereciliği...2 koltuklu bakan, daima 2 cüzdanla geziyor:Birinde kartlar ve para var; öbüründe diğer kartlar ve kalan paralar...Bu, iş hayatından kalma bir güvenlik önlemi... Biri çalınırsa diğerini garantileme yöntemi...Ama iş, AB ile böyle değil...Türkiye'nin tüm kartları aynı cüzdanda duruyor. Bir B planı yok.Üstelik AB-Türkiye ilişkileri ciddi bir çözülme yaşıyor.2 çocuklu, 2 koltuklu, 2 cüzdanlı bakanın, birbirinden zor 2 işi var şimdi:Türkiye'yi AB'ye ikna etmek...AB'yi Türkiye'ye ikna etmek... 2 çocuklu Ali Babacan'ın 2 koltuğu var. Ne var ki, 2 iş de giderek güçleşiyor. Çünkü günden güne Türkiye Avrupa'dan, Avrupa da Türkiye'den soğuyor.Babacan, asıl müzakerenin "içeride" olacağını söylüyor. Yani Türkleri AB'ye ikna etmek, Avrupalıları Türkiye'ye ikna etmekten zor olacak.Milli görüşçülerden milliyetçilere, "derin devlet"ten çoğu solculara kadar uzanan geniş bir koalisyon, AB'nin bir tuzak olduğuna inanıyor ve giderek etkisini artırıyor. Babacan, "Bu, her aday ülkede yaşanan bir süreç" diyor:"Yasa çıkarmak yetmiyor. Bir zihniyet değişimi, toplumsal, kültürel bir dönüşüm gerekiyor. Zaman alan işler bunlar..." Anti-AB cephe AB'de de durum
Babacan, 'Başmüzakereci' ilan edildiği günden beri bu konuda ilk kez konuştu: ALİ BABACAN: Zaten Başbakanımız başmüzakereci olarak benim adımı açıkladıktan sonra "Allah yardımcısı olsun" dedi. Ben de bunu tekrarladım. Yeni üye olan 10 ülkeden daha zor bir süreç olacak bizimki... Ama siyaset istikrarlı olduktan, ekonomi sağlam yapıya kavuştuktan sonra yapılmayacak işler değil. CAN DÜNDAR: 37 yaşında Türkiye'nin kaderini belirleyecek bir role soyundunuz. O gece uykularınız kaçmadı mı? Ne diye dua ettiniz? Küçük ama dinamik ekip Var. Çok iyi yetişmiş, dil bilen elemanlar var. Hatta en iyileri kaptık diyebilirim. Hazine'de yılda 20 elemanımızı lisans üstü eğitimi için yurtdışına gönderiyoruz. Ancak tüm uzmanları burada toplamak yerine ilgili bakanlıkların AB birimlerinde istihdam etmeyi daha doğru buluyoruz. AB konusunda yeterli eleman var mı? Çok geniş bir ekip kurup yeni, devasa bir bürokrasi oluşturmak kesinlikle istemiyoruz. Daha küçük, ağırlıkla tercüme ve hukukla ilgili, işlerin takibinden sorumlu bir ekip olacak. Özel sektör yaklaşımıyla, dinamik, esnek bir yapı kurulacak. Kaç kişilik bir ekibiniz olacak? Her başlıkta 25 evet gerek Hayır, her bir başlık için ayrı bir çalışma
Babacan, 'baba ocağı' Çıkrıkçılar'da hem övgü hem nasihat aldı Oysa sakindi Hazine.Havada bir cumartesi mahmurluğu vardı. Ve Türkiye tarihinin en kritik görevlerinden birine hazırlanan genç adam, koltuğunda, ödevini yapmış bir talebe edasında telaşsız görünüyordu.Çoğu kez yaptığı gibi cuma gecesi de 01.30'a kadar çalışmış, 01.00'de telefonla bürokratlarını uyandırıp bilgi almış, sonra eve gidip her zamanki gibi, kendisi gelmeden uyumayan ve İngilizce'den edebi tercümeler yapan eşiyle kısaca hasbihal edip dosyalarını okumaya girişmişti.Başmüzakereciliğe atanalı tam 2 ay olmuştu. Ve "Başmüzakereci" 2 ay ısrarla susmuştu. Konuşmak için biraz yol almayı, kamuoyunun karşısına dersini çalışmış olarak çıkmayı beklemişti."Henüz 37 yaşında, Büyük tecrübe isteyen bu iş için çok genç" diyenleri, kendisiyle "Bebecan" diye alay edenleri mahcup edecekti. İtiraf etmeliyim ki, Başmüzakereci'nin makamına girdiğimde şaşırdım: Ben yüzlerce uzmanın harıl harıl çalıştığı, havada dosyaların uçuştuğu bir büro ve günden güne eksilen takvim yapraklarının altında kan ter içinde çalışan bir başmüzakereci hayal ediyordum. Rahat giyim için sözleşmiştik. Üzerinde bordo tişört, bacağında beyaz kot, ayağında
-Önemine binaen, yeniden- Lozan'daki dehşetli mücadele maratonunda saçları ağaran İsmet Paşa, bu son günleri, "Ne kadar bezmiştim" diyerek anlatır: "Bir ara büyük salondayız. Terasa açılan büyük bir camlı kapı var. Terasın altı uçurum. Ben bu kapının arkasına geçip terasa yürüyorum. Arkadaşlar birden telaş ediyorlar." "Arkadaşlar", artık beklemeye tahammülü kalmayan Paşa'nın intihara kalkışmasından korkar. Yanına gidip koluna girerler. * * *Peki neydi o günlerde Ankara'daki tıkanmanın nedeni? Bugün AB sürecindeki tıkanmanın nedeni neyse oydu: "Batı korkusu!" Anlaşmanın kazandırdığından çok kaybettirdiği eleştirilerinin ardında "Batılılar bizi bölmek istiyor" endişesi yatıyordu. İtilafçılar "Ermeni yurdu" için bastırıyor, ırk, dil, din ayrımcılığını kaşıyor, Lozan'daki Türk delegasyonundan Rıza Nur'un tabiriyle "Kürtleri, Çerkezleri, Abazaları, Boşnakları, Kızılbaşları da azınlık haline getirmeye, bizi hallaç pamuğu gibi dağıtmaya çalışıyor"du. Bunlar, Ankara'da tüyleri diken diken eder. * * *"Batılı" işgalcilere karşı verdiği savaşın tozu hala çizmelerinde duran "Batı" cephesi kumandanının buna rağmen "Batı"da ısrarının bir tek nedeni vardır: Çünkü Lozan, -Misak-ı milli sınırları
20 mi, 50 mi, 150 mi?Yoksa kaç kişinin öldüğünden çok, kimin öldüğü mü önemli?Ya da nerede öldüğü?..***Bu hafta başı, Irak'ta 117 kişi öldü.Tek bir günde, intihar saldırılarının en büyüğünde -yazı ile- tam "yüz on yedi" kişi paramparça oldu. Çoğu camiye namaza giden masum sivillerdi. Haber, çoğu gazetede birinci sayfaya bile girmedi.Önceki gün Londra'daki patlamalarda bir kişi yaralandı. Televizyonlar derhal canlı yayına geçti. Haber, dünkü gazetelerin manşetindeydi.Burada bir çifte standart yok mu sizce?..***Aslında Batılı ırkçının çifte standardı bu: Irak, "Barbaristan"dadır. Orada "Asyalı barbarlar" şiddetle yaşar. Normaldir. Ama "bizim medeni dünyamız"da birinin burnu kanasa bu manşetlik haberdir.Garp kafatasçısı öyle bakıyor.İyi de bize ne oluyor?Biz, patlayan bombanın sesini duyacak kadar yakınız "Barbaristan"a...Komşuyuz orada havaya uçurulanlarla... Orada üreyen şiddet, bizim toprakları da vuruyor. Bombalar, mayınlar, cenazeler yüreğimizi dağlıyor.Niye peki bunca duyarsızlık?***Londra'da sivilleri hedef alan cinnete isyan ediyoruz.Masumları vuran kör terörü lanetliyoruz.Şiddetin en beterini yaşamış bir ulus olarak İngilizlere üzülüyoruz.Ama bu duyarlılığımız, madalyonun
Gözünüzden kaçmış olabilir. Murat Sabuncu, editörü olduğu Milliyet'in Business ekindeki köşesinde yazdı:Türkiye'nin en büyük gruplarından birinin üst düzey yöneticisi ile İstanbul'un lüks eğlence mekânı Reina'ya gitmişler.Yemekte söz, Devlet Bakanı Abdüllatif Şener'in, Milliyet'e yabancı sermaye konusunda yaptığı açıklamalara gelmiş.Üst düzey yönetici şöyle demiş:"Yabancı sermaye konusunda Mahir Çayan'ın yeni sömürgecilikle ilgili söylediklerinde doğrular olduğunu düşünmeye başladım."* * *Vay canına!Ne demişti ki Mahir Çayan, "yeni sömürgecilik"le ilgili?Özetle şu:"Yeni sömürgecilik, klasik sömürgecilikteki açık işgalin yerini gizli işgalin almasıdır. (...) Emperyalizm, ulaştığı teknolojik üstünlüğü kullanarak, sömürge ülkelere ihraç ettiği sermayenin bileşenlerinde kârlı değişikliklere gider. Bu, daha az nakit sermayeyle, daha çok kâr elde etmesini sağlar."Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ne diyordu:"Yabancı sermaye teknoloji ya da sabit sermaye transfer etmiyor. Öncelikle Türkiye'de üretilen ve tüketilen alanlara (bankacılık, enerji, haberleşme, karayolları) ilgi gösteriyor. Buradan elde ettiği değerleri kâr transferi olarak götürüyor."* * *33 yıl önce Kızıldere'de
"Zalım kader devranını dönderdi / tuttu bizi İbikli'ye gönderdi/Babam saz çalarken bana zil verdi / oynadım meydanda köçek dediler/ Anam Döne İbikli'de ölünce / tam beş tane öksüz yetim kalınca / Beşimiz de per perişan olunca / babamgile buradan göçek dediler/ (..) / Zalım kader tedbirimi şaşırttı / heybe verdi dalımıza devşirtti / Yardım etti Yerköy'üne göçürttü / Biraz da burada kalın dediler".Yıllarca kaldığı o Yerköy'de düğünlerde köçeklik edip saz çalarak geçti çocukluğu Neşet Ertaş'ın... Ardından İstanbul'a gidip şöhret oldu. Hasta düşüp Almanya'ya göçtü. Orada unutturdu kendini; 2000'de geri geldi. Nihayet, 55 yıl sonra, önceki gün "bir halk kahramanı" olarak döndü ata toprağı Çiçekdağı'na...Ben de tanıklık ettim bu buluşmaya... * * *Yolda bozkıra hâkim bir tepede durduk.Neşet Usta, oturdu ilhamına kaynak olan, kendisini tohumlayan toprağa... Karşı dağlara baktı, bir sigara yaktı. Efkârlandı. Çekti bağlamasını kucağına, dağlara doğru bir bozlak havalandırdı:"Seni çıkmaya mecalim mi var benim / koymadın takatimi amanın dağlar"...* * *Çocukluğunun mahallelerinde gezdik birlikte...Kerpiç evlerin önünde oturan yaşmaklı kadınlar uzaktan onu görünce "Aaaa, bizim Neşet gelmiş"