Yarışmaya katılacaklara fikir vermek için, daha kimsenin "Türkiye", "Ankara", "Atatürk" sözcüklerini duymadığı bir dönemde "bir halkla ilişkiler dahisi"nin bu sözcükleri nasıl dünyaya tanıttığını örnekleyeceğim.Dahinin adı Mustafa Kemal...Markasını tasarlamaya giriştiğinde, elinde bir "hasta adam" imajı ve köyden bozma bir başkent dışında hiçbir şey yoktu. Ama aklında "çağdaş bir ülke" imgesi ve bu imgeyi tanıtmak için "değişim" mesajı üzerine kurulmuş sağlam bir stratejisi vardı.Hedef kitlesi Türk ve Batı kamuoyu olan bu strateji doğrultusunda tek kişilik bir halkla ilişkiler firması gibi çalıştı.Devrimini duyurabilmek için döneminin tüm iletişim kanallarını kullandı.* * *Aklıma gelen örnekleri sıralayayım:GAZETE: Kongre için Sivas'a gelir gelmez İrade-i Milliye gazetesini, Ankara'ya gelince de Hakimiyet-i Milliye'yi çıkardı. Kurun'un, Cumhuriyet'in kimi başyazılarını takma adla kendi yazdı.AJANS: Meclis'i açmadan 17 gün önce "Türkiye'nin sesini tüm dünyaya duyurmak üzere" Anadolu Ajansı'nı kurdurdu.YABANCI BASIN: Savaşırken devrimini anlatabilmek için yabancı gazetecileri Türkiye'ye davet edip özel demeçler verdi. Günü gününe haber geçebilmeleri için telgraf şebekesini harekete
Her resim, her film, her nesne bir utancı haykırıyor gibiydi.Sanki müze duvarlarından Alman halkının "Biz bu vahşeti yaptık, insanlıktan özür diliyoruz" sesi yükseliyordu.Ancak bu itirafla acısını hafifletiyordu. Almanya, mazisini gömmeyi değil, onunla yüzleşmeyi seçmişti.Müze, bu yüzleşmenin adresiydi.* * *İnsanlar vardır; geçmişindeki günahları, kavgaları konuşmazsa unutulur sanır.Derin bir sessizliğin perdesi ardına gizler onları; üstüne suskunluğun merhemini sürer.Oysa yara derindedir ve sustukça büyümektedir.Çözüm, önce kendiyle, sonra kurbanlarıyla hesaplaşmaktır.Toplumlar da öyledir.Şimdi sevimsiz çağrışımlarla kebapçıya dönüştürülen Madımak Oteli, önerildiği gibi müze olursa Türkiye, hafızasını yitirmiş bir kazazedenin kendine gelmesi gibi hatırlamaya başlayacaktır mazisini...Kindar bir hesaplaşmaya soyunmak için değil asla...Tersine tarihin bu cinnet anından ibret almak ve onu bir daha yaşamamak için...Müze, herkesin susarak ortak olduğu bir katliamı gözler önüne serecek ve hepimizi o acıların dersine sokacaktır.Vahşetin tekrarını, yargı kararlarından çok bu vicdan dersi engelleyecektir.* * *Madımak Müzesi, kışkırtıldığı zaman o güzelim Türkiye'nin nasıl bir canavara
Mitra Farahani'nin belgeselinin konusu bu...Farahani 30 yaşında bir Tahranlı..."Zohre ile Manouchehr" belgeselini İran'da çekmiş, Paris'te tamamlamış.Film geçen aralıkta, Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması'nda yarıştı. Ben de 6 ülkenin belgeselcilerini buluşturan jürideydim.Filmi izleyince çarpıldık. Farahani, kamerasını evlere sokmuş ve bu kapalı dünyanın, baskıya nasıl direndiğini saptamıştı.Konuştuğu kızlardan biri, sevgilisiyle nasıl "muta nikâhı" kıyarak birlikte olabildiklerini anlatıyordu.İranlı bir fahişe, evli müşterisinin evinde sevişirken ev sahibesine yakalandıklarında nasıl kurtulduğunu... Bir jinekolog, kürtaj olan kız sayısının nasıl günden güne arttığını...Bütün bunlar, onlara hayatı yasaklayan mollaların "Kadının toplumdaki yeri"ne dair nasihatleriyle paralel veriliyor, bastırılan hayatla, yaşanan arasındaki çelişki ortaya seriliyordu.***Son zamanlarda nereye gitsek İranlı kadınların yapıtları çıkıyor karşımıza...En son Venedik Bienali'nde de en etkileyici çalışmalardan biri, İranlı bir kadının imzasını taşıyor ve sistemin kadını ezmesini belgeliyordu.2003 Nobel Barış Ödülü, kadın hakları savunucusu Şirin Ebadi'ye verildi.İranlı kadın kendini köleliğe mahkûm
Sevinçle zıpladım.Ama ajandama bakınca yıkıldım:Konser 19 Haziran'daydı.Babalar Günü'nde yani...Büyük günün haftalar öncesinden babamdan ve oğlumdan "izin alma" çabasına giriştim.Aldım da...Ama o gün gelince... tam kapıdan çıkarken, oğlumun gözlerindeki ifade, biletleri yırttırdı bana...* * *Derken kuşağımın asıl efsane grubu Pink Floyd'un çeyrek asır sonra ilk kez bir araya gelip konser vereceği haberi patladı.Heyecanla internete daldık.Hyde Park'taki konseri, Bob Geldof, 8 büyük ülke liderinin yapacağı zirvede Afrika'ya yardım çağrısı için düzenlemişti. Biletler, isteklilerin cep mesajıyla katıldıkları bir yarışma sonucu kurayla dağıtılmış, katılmak için 2 milyondan fazla cep mesajı gelmişti. 100 bilet ise açık artırmayla satılmış, fiyat 1800 dolara kadar çıkmıştı. Bu cumartesi konseri ekrandan 5.5 milyar kişinin, yani dünya nüfusunun yüzde 85'inin izleyeceği tahmin ediliyordu.* * *İki büyük konseri kaçırmanın hayal kırıklığını yaşarken mutlu haber İzmir'den geldi.Yine bizim kuşağın İngiliz devlerinden, Alan Parsons Project, Jim Beam sponsorluğunda Alaçatı'daki spor ve müzik festivaline gelecekti."Floyd'a gidemiyoruz, ama grubun ses mühendisi Türkiye'ye geliyor" diyerek hafta
"Onlar" gibi olmakla, "kendimiz" gibi olmak sarkacında gidip geliyoruz.O sarkaç gidip geldikçe bizi kimlik denilen duvara vurup dönüyor.En son Cannes'da da yaşadık bunu...Avrupa sosyetesinin tatil beldesi, 9/8'lik Türk ritimleriyle titredi önceki gece...Sahildeki davetin ev sahibi "Uluslararası Reklam Festivali"nde Türkiye'yi temsil eden Milliyet'ti; ritmi vuran ise Burhan Öçal...Tam bir "Türk gecesi"ydi:Ateşte döner, yanında rakı, üstüne baklava...Darbukanın ilk ritimleriyle kalktı eller; diplomatlar, reklamcılar, gazeteciler neşeyle tempo tuttu. Türk güzeller göbek attı.Atatürk'ün gemisi Savarona, açıktan olup bitene baktı.Bir ilkti. Güney Fransa gibi zor bir coğrafyada dosta düşmana "Biz de varız, buradayız" diye bayrak gösterildi.* * *Lakin reklam yarışmasından elimiz boş döndük.Neden?Öncelikle katılım azlığından... Yarışan 20 bin işin sadece 135'i Türk reklamcılara aitti. Bu, işin nicelik yanı...Nitelik konusunda ise gördüğüm reklamların çoğunda, sözünü ettiğim türden bir kimlik arayışı vardı.Kimisi öykünmeciydi. Kimi iyi fikri, kötü paketlemiş gibi...Çoğu da tersine; fikri zayıf, ambalajı iyi...* * *Asıl sıkıntı şu ki, katılan reklamların çoğu Türkiye'den gelmiş gibi
Sabahtı, henüz şehir uyanmamıştı.Kapıyı çaldım.Tişört ve kotuyla Burhan Öçal açtı.Milliyet'in temsil ettiği Cannes reklam festivalindeki Türk gecesinin konuğuydu ve akşamki solo konsere hazırlanıyordu.Gece, geç vakte dek canlı sokaklar boyunca birlikte yürümüş, yol ortasında neşeyle dans edenleri izlemiştik.Ellerinin hiç durmadığını fark etmiştim. Parmakları, otururken diz kapağında ritim tutuyor, konuşurken tarife yardımcı oluyor, bıçkınlaştığında saçlarını geriye doğru tarıyordu. Oda penceresinden zümrüt Akdeniz ve yanık tenle sahile koşan alımlı Fransızlar görünüyordu.Öçal ise balkona sandalyesini, dizine darbukasını koymuş, manzarayı izleyerek "talim" yapıyordu.* * *Türkiye'nin ritmini yurtdışında duyuran bir vurmalı çalgılar ustasının nasıl hazırlandığını merak ettim.Bateristmiş aslında... Ayağını kırıp pedal kullanamaz hale gelince davulu bırakıp darbuka çalmaya başlamış. Annesi, "Ne o oğlum, dümbelekçi mi oldun" diye takılsa da vazgeçmemiş; dövme bakırdan çemberli darbukası ile yoldaş olmuş.O darbukayı kâh başına yastık yapıyor, kâh tabure gibi üzerine oturuyor. Yere koyup ayağını uzatıyor, gergefinde yazı yazıyor, içinde eşya taşıyor. Konu komşu rahatsız olmasın diye içine
Sutyenlerin satıldığı bölüm... Alışveriş yapan kadın, eline aldığı sutyenin tek parçasının eksik olduğunu fark ediyor. Ve eksik parçanın yerinde bir not buluyor:"Her yıl göğüs kanser kontrolü yaptırınız."* * *Bu, kanser riskine dikkat çeken bir reklam pazarlama tekniği...Reklamcılık sektörünün zirvesi sayılan Cannes uluslararası reklam festivalinde, "Yerinde Pazarlama" dalında "Medya Aslanı" ödülünü aldı.Bu yıl 52.'si düzenlenen festivali izlemek üzere Cannes'dayız.Milliyet, 3 yıldır festivalin Türkiye temsilciliğini yürütüyor ve Türkiye'nin katılımını destekliyor.Cannes sahilleri, gündüz güneşlenenlerle, gece sabaha dek süren partilerde eğlenenlerle dolu...Yüzlerce ülkeden 8 bin reklamcı burada... 20 bin reklam, büyük ödül için yarışıyor. Yarış sürerken, seminerlerde de sektörün sorunları tartışılıyor.* * *Önceki hafta Venedik'te dünya sanatçılarının buluşmasını izlemiş ve eserlerde "kimlik" sorgulamasının öne çıktığını aktarmıştım.Cannes'da buluşan reklamcıların ortak sorunu ise "mecra"...Çünkü günümüzün genç reklam tüketicisi, anababaları gibi TV'de ne yayımlanırsa izlemiyor. Uzaktan kumanda ile kontrolü tamamen ele geçirmiş durumda... Ayrıca dünyayı izlediği bambaşka mecralar
Genç bir erkek, öfkeli bir tonlamayla kâh konuşup kâh söylüyor:"Faili meçhul olduk hepimiz/kesildi dilimiz, kesildi sesimiz/Nereye kadar daha gideceksiniz/satılık değiliz, bunu böyle biliniz."Sonra nakarat başlıyor:"Vur ve kaç/bunun adı kap-kaç/Soracağız artık hesap verecekler/buradan ileri gidemeyecekler/kapmaya kaçmaya son verecekler/Manga geliyor, Manga geliyor."***Evin 10 yaşındaki sakini, bizim tekrarlamakta zorlandığımız sözleri öyle bir hız ve hazla ezbere söylüyordu ki, merakla Manga'ya kulak kabarttık. Bu rock-rap müzikte, küçücük bir dinleyiciyi bunca cezbeden ne olabilirdi?Biz sorunun yanıtını ararken Manga grubu ODTÜ'ye geldi ve bugüne kadar bizim konserlere sürüklediğimiz küçük dinleyici, bizi elimizden tutup konsere götürdü."Manga gerçeği" ile orada karşılaştık.Yüzlerce genç, konser alanını doldurmuştu. Ama asıl ilginci, 10-15 yaş arası çocuklar ebeveyniyle Manga dinlemeye gelmiş, yaşları tutmadığı için içeri girememiş, araba camına yapıştırılan maskotlar gibi konser alanının tellerine yapışmıştı.***Az sonra Manga, Batılı rapçıları çağrıştıran rahat kıyafetlerle sahnede göründü. Söyledikleri hiç de çocuk şarkısı değildi. Sert sözlerdi: "Tam inandık, tam güvendik, tam