Süper kart...Oyun basit:Süper kart desteleri konulu ve fotoğraflı... Diyelim vahşi doğa kartlarıyla oynuyorsunuz. Her bir kartın üzerinde bir hayvanın fotoğrafı ve özellikleri var: Boyu, ağırlığı, uzunluğu, hızı, yırtıcılığı... Bu özelliklerin her birinin de bir birim puanı var. Daha fazla puanı bulan, kartı alıyor. Tüm kartlar bir elde toplanınca oyun bitiyor.Geçen gün oğlumla oynarken elimde son bir kart kalmıştı. Onun elinde "Büyük beyaz köpekbalığı" vardı. Yırtıcılık puanı 9...Beni bitirdiğini sanıyordu. Gururla kartıma bakıp gülümsedim:"Benimkinin yırtıcılık puanı 10...""Köpekbalığından daha yırtıcı hayvan ne ki?" diye baktı oğlum...Kartımı gösterdim.Üzerinde, avını sırtlamış bir "Homo sapiens" fotoğrafı vardı.Yani "insan"...* * *Yeryüzünün en vahşi hayvanının insan olduğuna hâlâ inanmayan varsa lütfen internette http://www.strasbourgcurieux.com/fourrure/ adresine girsin ve dayanabilirse sitedeki filmi izlesin.Ben çevreci arkadaşların tavsiyesiyle izledim ve pişman oldum.3 dakikalık bu film, insanoğlunun milyonlarca yıllık medeniyet yürüyüşünün onu nasıl başladığı noktaya, vahşi bir dağ adamı konumuna getirdiğini belgeliyor. Filmin başında Çin'de kalabalık bir pazar yeri
Göreve başlarken, onu Berivan karşıladı.Henüz 14'ündeydi Berivan...6 aylık hamileydi.Karnındaki çocuğun babası, kocası değildi. Onu belki sevmiş, belki bedenini gönülsüzce vermişti. Ama işte orada, derisinin altında, canının içindeydi bebek...3 ay sonra kucağında olacaktı.Lakin töreyi biliyordu.Kulağı kirişte bekliyordu.* * *Hasan uykusuzdu kaç gecedir...Ezberindeydi töre...Görev, ona düşerdi.Lakin Berivan kızıydı, canıydı. Hele şimdi iki canlıydı.Nasıl kıyardı?Kıvranıp duruyordu; bir yanda törenin kanlı çağrısı, diğer yanda kızının yürek ağrısı...Ne kızına kıyabilir ne ilçenin yüzüne bakabilirdi.Bir sabah vakti sessizce evi terk etti.* * *Oğluyla konuştu Berivan'ın anası Tayibet...Oğlan iki yaş küçüktü Berivan'dan...Abla-kardeş, Cudi'nin gölgesinde, aynı dam altında, aynı yer yatağında büyümüşlerdi.Anadan aynı yoksulluğu emmiş, aynı cehaleti üleşmişlerdi.Babası çekip gitmiş, anası gözünü ona dikmişti."Kutsal görev" onundu şimdi...Töre, öyle emrederdi.* * *Cumartesi akşamı ablasıyla baş başa kaldı oğlan...Birlikte büyüdükleri tek göz damın altında, yıllarca üstünde tepindikleri yatağın başucunda...Akıllarından neler geçti, konuştular mı, yoksa dilleri tevekkülle zamklı mıydı, kim
Amaç, gençleri politikaya alıştırmaktı.Öğrencilere ana babalarından önce "Avrupa Anayasası" soruldu. Okul sandıklarından yüzde 71 oranında "Hayır" oyu çıktı. Bu, dünkü referandumda çıkandan da yüksek bir orandı.* * *Avrupa'nın yarınını belirleyecek çocuklar da ana babaları gibi Avrupa'ya inanmıyor artık... Hem de Hollanda gibi çokkültürlülüğün kalesi, Avrupa'nın laboratuvarı sayılan bir yerde...Kışın "Avrupa Kimliği" konulu bir akademik toplantı için gittiğimiz Amsterdam'da Hollandalıların ağzından şunu duymuştum:"Çokkültürlülük öldü. Hollanda pişman oldu ve başa döndü".Bugüne dek farklı kültürleri bir arada yaşatmak için kamu fonları ayıran Hollanda "Alt kültürlerin baskısını azaltmak lazım. Yoksa ülke içinde farklı ülkeler oluşuyor" demeye başlamıştı.AB'nin Türkiye'ye, anadilde eğitim, azınlık hakları için baskı yaptığı dönemde Hollanda, anadilde eğitime son veriyor, kamu radyosunda azınlıkların yayın saatlerini sınırlıyor, TV'deki yayını da kaldırıyordu.Dahası bundan böyle Hollandaca ve Hollanda kültürü sınavından geçemeyenler, göçmen yakını dahi olsalar ülkeye alınmayacaktı.* * *Hollandalı tarihçi Geert Mac "Zihnimizin kapılarını açtık ve korkularımızı dışarı vurduk" diye
Çoğu gençti...Aşırı sağcı Le Pen'in parti karargâhında kutlama yapanlar da...Bastille Meydanı'nda AB karşıtı komünist sloganlar atanlar da...Sendika ve çiftçi birliklerinin "Hayır" bildirilerini dağıtanlar da...Alınan sonuçta, bu tuhaf koalisyonu oluşturan gençlerin katkısı büyük...Büyük olasılıkla yarın Hollanda gençliği de "Hayır" diyecek.Türk kampüslerinde de durum aynı:"AB" dendi mi, herkes ayağa kalkıyor.* * *Oysa 10 yıl önce Avrupa gençlerinin 3'te 1'i kendini Fransız, İngiliz, Alman değil, "Avrupalı" olarak görüyordu."Avrupalılık"; "çok kültürlülük", katılımcı demokrasi", "sivil toplum", "çevre duyarlılığı" vb. anlamına gelen bir üst kimlikti.10 yılda 1 milyonu aşkın öğrenci Avrupa ülkeleri arasında değiş tokuş edildi. Bu klonlanmış teknokratlar ordusu 10 yıl içinde AB'nin dizginlerini teslim alacaktı.Avrupa entegrasyonuna aşırı sağ ve sol karşı çıkıyordu.Şimdi ise kitlesel bir tepki var. Neden?* * *İlk nedeni ekonomik:Fransa'da işsizlik oranı yüzde 10. Bu oran, gençler arasında yüzde 20'yi buluyor. Genişleyen AB, iş olanaklarının hepten daralması anlamına geliyor.İkinci neden siyasi:Görüldü ki, AB, yukarıdaki tanımın aksine "katılımcı demokrasi" getirmiyor, Brüksel'in
Bu harabe, ön yüzdeki parıltının bir bedeli midir?Yoksa sonucu mu?Elvis Presley'in eşi Priscilla'nın anılarına yer veren "Elvis" (Century, 2005) kitabını okurken düşündüm bunu...Yeni yayımlanan kitap, efsanevi yıldızın muhteşem evinden altın kaplama telefonuna, Brüt parfüm şişesinden üzerine adı işli gözlüğüne, yanından ayırmadığı Beretta tabancasından üzerine notlar düştüğü İncil'e kadar pek çok ayrıntıyı gözler önüne seriyor.Ancak eşinin anlattığı iç dünyası, bu ayrıntılardan da ilginç...Priscilla, okurlarını, bir peri masalının yaldızlı kapısından sokup gözlerini kamaştırdıktan sonra ellerinden tutup o mahzun arka bahçelere sürüklüyor ve bizi sahnedekine benzemeyen gerçek Kral'la tanıştırıyor.O Elvis'te, kimseye kısmet olmamış bir şaşaanın şımarıklığı da var; derin bir yalnızlığın yoksunluğu da...* * *Priscilla, babasının görevi nedeniyle bulundukları Almanya'da askerliğini yapan Kral'la tanıştığında henüz 14 yaşındaymış.Şöhretinin zirvesinde olan Elvis, lise 1 öğrencisi bu güzel kıza "ufaklık" adını takmış. Arada telefonlaşıp görüşmeye başlamışlar. Ama Priscilla'nın aklında hep aynı soru varmış:"Çevresinde bunca kadın varken neden ben?.."Kitaptan, Elvis'in ondan "yeni bir
"İşler nasıl?" diye sordum:"Yeni Ceza Yasası'nın yürürlüğe girmesini bekliyoruz" dedi."Sizinle ne ilgisi var ki?" dedim hayretle... "Olmaz olur mu?" dedi, "Eğer babanızın ameliyatı gelecek ay olsaydı sizden ameliyat için hâkim kararı isteyecektim.""Niye?""Yeni yasa, hâkim kararı olmadan genital muayene yapana 1 yıla kadar hapis veriyor da ondan..."Bu yorumla sadece hemoroit ameliyatı değil, jinekolojik muayene de "suç kapsamı"na giriyor.Dikkat! Yeni Türk Ceza Yasası'nın rasgele bekâret testini önlemeye yönelik 287. maddesi gereğince bundan böyle doktora giderken sağlık ocağından değil, mahkemeden sevk almanız gerekecek.* * *1 Haziran'da yürürlüğe girecek yasanın sakıncaları üzerine çok yazılıp söylendi. En tehlikelisi, yoruma açık, muğlak ifadeler:"İntihara teşvik", "kişinin hatırasına hakaret", "halk arasında panik yaratmak", "kamu barışına karşı suç", "suç ve suçluyu övme", "halkı kin ve düşmanlığa tahrik", "kanunlara uymamaya teşvik", "gizliliği ihlal", "müstehcenlik" gibi sınırları belirsiz suçlar, özellikle muhalif gazetecileri, savcıların, hâkimlerin insafına bırakıyor. "Kötü niyet", mahkeme kararı olmadan hemoroit muayenesi yapan ürologu içeri tıkabileceği gibi, akademik
- Ne içmek istersiniz?- Rakı lütfen.- Kusura bakmayın, rakı yok, başka hangi içkiyi isterseniz var.- Neden rakı yok?- Rakı satmıyoruz burada...İstanbul'da bir medya plaza restoranı:"- Ne içersiniz?- Kahve rica ediyorum. Sade olsun.- Türk kahvesi yok maalesef. Nescafe, filtre kahve, kapuçino, ekspersso verebilirim.- Neden Türk kahvesi yok.- Yapamıyoruz burada.Tanınmış bir otelin lobisi:- Ne alırdınız?- Çay alayım. Demli olsun.- Zaten poşet çay vereceğim, demini kendiniz ayarlarsınız.* * *Geçen hafta birbiri peşisıra yaşadım bu sahneleri.Adları neredeyse Türkiye ile özdeşleşmiş üç içecek; aslan sütü, sade kahve ve demli çay bu topraklardan kovulmuş gibiydi.Yıllar yılı kahveyi Yunanlılarla Araplara kaptırmama kavgası veren Türkler bu iddiadan kendiliğinden vazgeçmiş görünüyor.Rakı, ya onu "ayaktakımının içkisi" sayan sonradan görmeliğin ya da sahtesine çatma endişesinin neticesi olarak servise konmuyor.Tadını deminden alan tavşankanı çay ise nicedir torbalandığı ipin ucunda sallanıyor.Kazara bu üçünü bulduğunuzda ise ritüellerini bulamıyorsunuz:Ne rakı ince uzun kadehte geliyor;ne çay ince belli geniş ağızlı bardakta, ne kahve köpük hizasında fincanda.Bunca asırlık telveli kahve
Tartışmalı konulara genellikle birkaç el silah sesi son verir.Kadın programları bahsinde de öyle oldu."Bu yarışın sonu kötü" uyarılarına tıkalı kulaklar, 14 yaşında bir çocuğun televizyona çıkan annesine sıktığı 5 kurşunla açılıverdi.Önce Kanal D, ardından da ATV kıyasıya yarışan iki kadın programının yayınına son verdi.* * *Program yapımcıları yaşlı gözlerle, "Bu programlar durunca bu cinayetler de duracak mı?" diye soruyor.Haksız sayılmazlar.Kadına dönük şiddetin nedeni televizyon değildi; nedeni olmadığı bir şiddete son vermesi de beklenemez.Sosyal bilimciler açısından "televizyonun topluma etkisi" konusu, neredeyse ışıklı kutunun icadıyla yaşıt...Yarım asırdır yapılmadık araştırma, sorulmadık soru kalmadı bu konuda... Ortaya çıkan ve genellikle üzerinde anlaşılan sonuç şu:Televizyonun değiştirici değil, pekiştirici etkisi var.* * *Bu şu demek:"Televizyon diye bir alet geldi ve bütün toplumun ahlakını bozdu" diyemeyiz.Bu toplum televizyondan önce de kadınlarını dövüyor, dedikoduyu seviyor, komşu evini gözetliyordu.Şimdi bunu ekran karşısında ve global ölçekte yapıyor.Bu anlamda televizyon bir ayna...Bize bizi gösteriyor.Şu farkla:Lunapark aynası gibi abartarak, çarpıtarak,