Şu ara hem biraz gündemden uzaklaşmak, hem de neredeyse çocukken okuduğumdan bazı bölümlerini hatırlamak adına Sadun Boro’nun maceralarını okumaya merak saldım.
Artık efsane olan Pupa Yelken’i tekrar okumak kesmedi, üstadın diğer kitaplarına da fena halde dadandım. 1952’deki Atlantik seyahati, 1966’da Kısmet’le yapılan dünya turu, kızları Deniz doğduktan sonra çıkılan 1977’deki Atlantik ve Amerika gezisi hepsi ayrı güzel.
Denize meraklı olun olmayın fark etmez. Bu kitapları okuyan herkes kendine dersler çıkarabilir, biraz olsun gündemden kafayı kaldırıp belki resmin tamamına hakim olabilir.
Benim en çok ilgimi çekense Boro’nun satır aralarında inceden yansıttığı İstanbul ve Türkiye imgesi.
Boro’nun böyle bir derdi yok ama öyle tatlı, içten ve muhabbetli anlatıyor ki, satır aralarına öyle detaylar sıkıştırıyor ki insanın gözlerini kapatıp o yılları hayal etmemesi imkansız.
Ayvansaraylı Kemal Usta’ya yaptırılan 7 metrelik ahşap “Dilnişin” yelkenlisini anlattığında mesela ben hemen ışınlanıyorum o yıllara.
Boro’nun bu motorsuz yelkenliyle 40’ların sonlarında Erenköy’den Florya’ya her koyu sahili arşınlaması, Sivriada açıklarında yakalandığı Karayel fırtınasını, Marmara
En son ne zaman biriyle buluştunuz? Nerede buluştunuz? Düşünün. Etrafta bekleyen başkaları var mıydı? Cevabınız evetse orası şehrin tasdikli bir buluşma noktasıdır şüphesiz...
AKM’nin önü: En klasik, en güzel yerdi. Caddesinde ayrı, gişe önünde ayrı, otopark tarafında ayrı buluşulurdu. Sevgililer, arkadaşlar, Taksim’e akacak bıçkın gruplar hep burada buluşurdu. Şimdi polislerin en güzel buluşma noktası oldu. TOMA’lar, çevik kuvvetlere kavuşuyor AKM’nin iskeletinin önünde.
* PTT’nin önü: Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısındaki gibi “PTT’nin Önünde Taksim’de” buluşulurdu ben çocukken. Şimdi oralar hep beton.
* Taksim McDonald’s: Gezi’nin meydan tarafındaydı. Bazen bu McDonald’s’ı İstiklal’deki McDonald’s ile karıştıran talihsiz buluşma adayları olurdu. Bekle Allah bekle ya da telefonda “Sen neresindesin, bak elimi kaldırdım, görmüyor musun?” krizi... Görmez tabii, İstiklal’de o şu anda...
Boğanın önünde, Kadıköy’de
* Beşiktaş’taki Kartal heykeli: Yol iz bilmeyenler sora sora bulsun diye yapılır heykeller... Yalnız heykelin etrafında çok fazla dükkan var. Her adımda birisi köftesini ya da dönerini övmeye başlıyor ve sizi içeri çekiyor. Heykelin dibinde beklemek bir
Yılın bu zamanları yaz planları yapılıyor, bütçeler hesaplanıyor, paralar denkleştirilmeye çalışılıyor. Önümüzdeki aylarda Avrupa’daki festivallere gitmeyi düşünen müzikseverler bir göz atsın
Festival ayakta kalmak, kalabalık, lüksten uzak olmak demek.
Yaz festivalleri artık daha çok talep görüyor. Festival sayısı artsa, sanatçı profili
çeşitlense de belli başlı festivallerin modası asla geçmiyor, aksine her yıl festival biletleri bir önceki yıla göre daha çabuk tükeniyor. Biz tabii Türk olarak her yere son dakika gitmeyi sevdiğimizden ve “nasılsa kapıda bilet buluruz” kafasında olduğumuzdan çoğu zaman yaya kalıyoruz. Avrupa’da öyle değil işler. Şu ana kadar planını yapanları tebrik ediyor, şimdi harekete geçeceklere aşağıdaki festivallere bir göz atmalarını öneriyorum. Bunlar için hâlâ bilet bulma şansınız olabilir.
Rock in Rio-Lizbon
(25 Mayıs-1 Temmuz / Lizbon, Portekiz)
Rio de Janeiro, Madrid ve Lizbon’da yapılan festival her yıl çok farklı tarzlarda isimleri bir araya topluyor. Mümkünse Rio’ya gitmeli. Ama Lizbon’a gitmek için de iyi bir nedendir.
Seçimdi oydu buydu derken akıntıya kapıldık gidiyoruz. Benim kuşağa mensup olanlar (yani 70’lerde doğanlar) bilir, hayat boyu “apolitiksiniz siz” diye itilip kakılmış, arada kalmış bir nesiliz.
“Siyaset buysa ben apolitik kalayım” desek de bir türlü beğendirememişizdir kendimizi kimselere.
Ama son dönem Türkiye’de öyle şeyler oldu ki kimse tepkisiz kalamadı. Pandoranın kutusu açıldı, fikrini zikrini söyledi millet, her konuda tepki verdi. Beğen beğenme, artık kimse lafını sakınmıyor. Ben yetişkin hayatımda hiç bu kadar politik ortam görmedim, yaşamadım.
Herkes duyarlı, herkes politize. İyi de, talihsiz küçük Pamir olayında da maalesef gördük ki bu siyasi olma, her şeye siyaset gözlüğüyle bakma işi paranoyadan öte artık ruh hastalığına doğru gidiyor. Bir kayıp çocuğun aranma hadisesini politize edenler, bunda emeği geçenler utansın.
Marmaray durur, Geziciler yaptı, elektrikler kesilir AKP yaptı. Üç kişi bir araya gelir, polis su sıkar, gazlar, yağmur yağsa Gezi parkı kapanır. Herkes bir tarafa doğru savruluyor ve kimsenin karşı tarafa güveni, inancı, tahammülü, sabrı yok. Doğal olarak yok. Bu ortam şu veya bu şekilde yaratıldı.
İnsanlar normal hayatlarından uzaklaştı,
Hayatını, varlığını, toplumdaki konumunu Tayyip Erdoğan’a borçlu o kadar fazla insan var ki. O giderse hepsi gider. O giderse yaşam tarzı da gider. No Tayyip no lifestyle...
Sosyolojik açıdan ilk kez 20’nci yüzyılın başında Alfred Adler tarafından kullanılan lifestyle kavramı aslında kişinin, grubun, kültürel bir topluluğun kendi yaşam biçimini tanımladığı değerler bütünü. Kültürel olduğu kadar psikolojik bir yönü de elbette var. Kendini nasıl biri olarak görüyorsun, yaşarken kendini ifade etmek için yaptığın şeyler neler? Kime özeniyorsun, kahramanların kim? Giyim kuşamın, oturduğun ev, gittiğin kahve, okuduğun gazete, neye ne kadar para harcadığın, çocuğunu hangi okula göndermek istediğin, hangi müziği dinlediğin, hangi sanatçıları takip ettiğin, eğlenmek için ne yaptığın, nerelere gittiğin...
Hangi yönetmenleri, yazarları takip ettiğin... Kahve mi, çay mı,
limonata mı, gazoz mu, ayran mı,
rakı mı, viski mi, şarap mı sevdiğin...
Akşamları nasıl vakit geçirdiğin, tatillerinde nerede ne yapmayı tercih ettiğin, nasıl bir araba kullandığın, arkadaşlarını kimlerden seçtiğin, hangi semtte nasıl bir binada oturduğun, hangi mesleği seçtiğin.... Geç mi erken mi yattığın,
Seçim sonuçlarını takip ettim, balkon konuşmasını izledim, şiştim. Bilgisayarı açıp bir şeyler dinleyeyim dedim, bakın neler oldu
Seçim sonuçlarını izledim, canım sıkıldı. Bilgisayarımı açtım, bari neşeli bir şeyler dinleyeyim dedim. Her zaman kullandığım dijital platforma girdim ve Daft Punk iyi gelir şimdi dedim, Daft Punk radyosunu ayarladım. İlk şarkı tamam, zaten Daft Punk. Ama sonradan gelen öneriler öyle saçma şeyler ki. Bu nasıl Daft Punk radyosu...
“Pöf” diye yerimden kalktım. Kafamıza göre Daft Punk moduna bile geçemiyoruz artık diye anlamsızca söylendim.
Zaten her şeye, herkese çatasım var. Balkondan baktım kargaların, çatıda böğüren martıların umurunda bile değil seçim meçim. Rafa doğru yürüdüm, tam plaklara elimi atacaktım ki dijital teknolojiye bir şans daha vereyim dedim. Bir diğer dijital platformu açtım. Gene olmayacak şeyler. İnsaf yahu paranızı neye harcıyorsunuz siz kuzum? Bunlar nasıl algoritma?
Bu dijital platformlar annemiz gibi olmuş. Bizim az çok ne sevdiğimizi bir yerden öğrenmişler, “Yavrııım sen rock seviyormuşsun bak sana rock kaset yaptım, içine Bon Jovi koydum” diyorlar sanki. Niyet iyi ama sonuç?
Kafayı taktım ya, ulaşabildiğim ne kadar
İstanbul, Ankara, İzmir, Aydın, Eskişehir, Afyon, Aksaray, Antalya, Kayseri, Adana, Mersin, Erzurum, Van, Bitlis, Batman, Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş...
Liste uzun. Ne listesi? Oy sayımı sırasında elektriklerin kesildiği iller listesi.
Türkiye’de en son hangi akşam 35 ilde birden, tam hava kararınca aynı anda elektrikler kesildi?
İstanbul’un en modern, altyapısı en sağlam semtlerinden farzedilen Ataköy, Yeşilköy, Yeşilyurt, Beyoğlu’nun muhtelif bölgeleri, Cihangir’de, aynı saatlerde, hep de AKP’nin geride olduğu yerlerde en son ne zaman eşzamanlı elektrik kesintisi yaşandı?
Şöyle yatırım yaptık böyle geliştirdik denilen bir ülkede en modern şehir ve semtlerde el fenerleri, gaz lambaları, mum ışıklarıyla sayım yapılması normal midir?
Gelen haberler fena. Yakılmış oyların fotoğrafları. Torbalarla kaçırılan oy pusulaları...
Önceden AKP mührü basılmış oylar bulunuyor, oy vermeye giden vatandaşlara “evet” basılı mühürler dağıtan kişiler fark edildiklerinde ortadan kayboluyor.
Sosyal medya için “Bunlar işsiz güçsüzlerin işi” diyenler şimdi hep Twitter’da, Facebook’ta paylaşımlarda. E herkes geldi, fena mı oldu yani?
Çok değil beş yıl önce yaşıtlarımın birçoğu, en azından meslektaşlarımın büyük bölümü Twitter’la, Facebook’la alakasızdı. “İşsiz güçsüzlerin işi bu” denirdi. 2009’da ilk tweet’imi attığımda ben de ne olduğunu pek anlamıyordum ama anlamaya çalışıyordum en azından.
Facebook ve Twitter’ı avarelerin, röntgencilerin, teşhircilerin, sosyopatların, ilişki arayan çaresizlerin, teknoloji meraklılarının ve nerd’lerin ortamı olarak aşağılayanlar çoğunluktaydı.
“Ne yediğimi, ne giydiğimi neden paylaşayım, deli miyim ben?” gibi
cümleler kurmak, bu “bayağılığın” dışında kalmak makul ve modaydı.
İnsanların doğru dürüst cümle kurup konuşamadığı, fikirlerini açıklamaya çekindiği, utandığı zamanlardı. Böyle bir âdet yoktu çünkü. Çok değil dört-beş yıl öncesinden söz ediyorum.
Kategorik olarak karşı olanlar vardı. “Ölsem Facebook’a girmem” diyen bir arkadaşımın şu anda on binlerce “friend”i, bir o kadar “like”lı paylaşımı var.