Kanserdi. Çok çekmedi. Teşhisten iki gün sonra göçtü gitti. Bazıları “Şanslıydı” dedi, bazıları “Erken” dedi, bazıları “İyi yaşadı” dedi. Eminim bazıları da okkalı bir küfür savurmuştur arkasından. Hepsini hak ediyordu.
Lafını sakınmayan, patavatsız ama dürüst insanlardandı.
Dünyayı turladığı dönemler haricinde, 1990’da taşındığı Los Angeles’ta, en sevdiği mahalle barında (Rainbow Bar & Grill) ve iki blok ötedeki mütevazı dairesinde günlerini geçiriyordu.
7 yıl önce 63 yaşında Rolling Stone’a verdiği röportajda hâlâ günde bir şişe Jack Daniel’s içtiği bilgisi var (kola ile karıştırmayı severmiş). Ayrıca röportaj sırasında bir paket sigara içtiği not edilmiş.
Yaşını göstermezdi. 45’inde zamanı durdurmuş gibiydi. Hani yetişkin olduktan sonra ölene kadar değişmeyen, spor falan yapmadan hep fit insanlar vardır ya. İşte onlardandı.
Eski dostu “karanlıklar prensi” Ozzy Osbourne’un anlattığına göre gençliğinde her konser öncesi sahne arkasına 7 şişe bourbon, 8 şişe votka, iki şişe portakal suyu istermiş.
Osbourne diyor ki “Ne bir kere sarhoş olduğunu gördüm, ne sendelediğini, ne dilinin dolandığını, ne şişmanladığını, ne göbek yaptığını. Herif insan değil.”
“Hızlı yaşa genç öl” ekolündendi. Hızlı yaşadı, genç ölmedi. 70 yaşındaydı. Son günlerine kadar sahnedeydi.
Gençken rock’n roll’u yaşamış, yaşlanınca herkes gibi köşesine çekilmeyi, olgunluk dönemine girip akustik şarkılar yapmayı, yogayı, sağlıklı beslenmeyi, ses yarışmalarında jüri üyesi olmayı ya da yaşlanan rock yıldızları her ne yapıyorsa onları yapmayı reddetmişti.
Sistemle ilgisi yoktu. Sistemin insanlara her yaşta biçtiği rolleri, modelleri kabul etmedi. Bildiği gibi yaşadı ve bedelini de ödedi.
Hiç evlenmedi. Hiçbir ilişkisi beş yıldan uzun sürmedi. İki çocuğundan uzak yaşadı.
Ölene kadar da hayatına tek başına devam etti. Bununla gurur duymadı. Hava atmadı, reklamını yapmadı. Yaşam tarzını övmedi, rol modeli olmaya çalışmadı.
“19 yaşında evlenip iki çocuk sahibi olmayı seçiyorsan, yapman gereken bu yaşam tarzına sadık kalmak ve hayatını ona göre düzenlemek. Ben insanlarla bağ kurmamayı seçtim. Etrafımdaki ilişkilere bakınca çok da bir şey kaçırmadığımı görüyorum. Ben böyle yaşıyorum, hayat tarzım bu, yapmam gereken de bu.
Ian Fraser “Lemmy” Kilmister 1945’te İngiltere’de, bir endüstri kasabası olan Burslem’de doğmuştu. Babası Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde vaiz papaz, annesi kütüphaneciydi. Babası ve annesi o üç aylıkken ayrıldı.
Lemmy, babasını bir kez, 25 yaşındayken görmüş. Ölümünün ardından da şöyle yazmış:
“İnsanlar öldüklerinde daha iyi insanlar olmuyorlar. Sadece biz onlardan öyleymiş gibi bahsediyoruz. Oysa bu doğru değil. Pislik bir herif öldüğünde sadece ölü bir pislik herif oluyor.”
Gençlik ve ergenlik döneminde rock’n roll ile tanıştı. Jimi Hendrix’in roadie’liğini (turnedeki sanatçılara eşlik eden teknik ekip) yaptı, dönemin ruhuna uygun olarak ne kadar uyuşturucu ve âlem varsa içine daldı.
1975’te Motörhead’i kurdu. Ölene kadar da çalmaya, konser vermeye devam etti.
Lemmy’ye beyin ve boyunda agresif kanser tanısı geçen hafta, 26 Aralık’ta, 70’nci doğum gününden iki gün sonra konmuştu. Teşhisten sadece iki gün sonra da öldü.
Hayata dair dolaysız, net bir tavrı vardı. Ölüme dair fikirleri de aynı netlikteydi:
“Ölüm kaçınılmaz. Benim yaşıma gelince daha farkında oluyor insan. Endişelenmiyorum. Hazırım. Gittiğim zaman, en iyi yaptığım şeyi yaparak gitmek istiyorum. Yarın ölsem şikâyet etmem. Her şey iyiydi, güzeldi.”
Ölümünün geçen hafta basınımızda pek ilgi görmemesine şaşırmamak lazım.
Ben kayda geçsin istedim. Lemmy sanki bize şunu anlatıyor:
Hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli.
Toprağı bol olsun...