Türkiye ile Ermenistan arasında yıllar sonra ilk kez tatlı bir barış havası esiyor.
Ermenistan Başbakanı Nicol Paşinyan’ın soykırım iddialarını gündemin arka sıralarına çekmesi havayı yumuşattı.
Diplomatik ilişki kurmanın hazırlığı yapılıyor.
Yumuşama ABD’ye de yansıdı.
Donald Trump, Joe Biden’ın aksine bu yıl “soykırım” ifadesi yerine “Metz Yagern” yani “Büyük Felaket” ifadesini kullandı.
Havanın yumuşamasından tek rahatsız olan bizim DEM Parti sanırız.
DEM geçen yıl açıklamasında “Metz Yagern” ifadesini kullanmıştı.
Bu yıl yine ağır bir suçlamayla “soykırım” suçlamasına yöneldi.
Deprem oldu. Malum hocalar yine sahneye çıktı. Hepsine saygımız sonsuz. Ancak her biri yıllardır farklı değerlendirme yapıyor. Bir kesim “bekleyin asıl deprem arkada” derken bir bölüm bilim adamı da “bu iş bitti, beklenen zaten buydu” diyor… Tahminler 6,1’den 7,8’e kadar uzanıyor.
Gazeteci Zeki Sözer dostumuz soruyor:
“Hocalarım! 1999’dan bu yana hep sizi dinliyoruz. Aradan geçen 26 yıl içinde ülkede bu konuda uzmanlaşmış başka bilim adamı yetişmedi mi? Öğrencileriniz arasında teknolojinin de gelişmesi ile sizden daha iyisi, bilgilisi çıkmadı mı? Pek çoğunuzun emekli olduğunu biliyoruz. Yurt içinde, yurt dışında yapılan çalışmalara, konferanslara ne ölçüde katılabiliyorsunuz? Yeni bilim adamı yetişmiyor mu? Üniversiteler Türkiye için hayati önemi olan bu konuya gerekli önemi neden vermiyor?”
1999 Körfez Depremi sonrasında dünya bilim adamları Türkiye’ye koştu. Japonlar ve Fransızlar, Marmara’da özel gemilerle sismik araştırmalar yaptılar. Sonradan hiç bu tür
İBB Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökçe tutukluluk itiraz duruşmasında hâkimin başka işle meşgul olduğunu, yüzüne bakmadığını, sadece sözlerinin sonunda “Bitti mi?” diye sorarak tutukluluğa devam kararı verdiğini anlatıyor. Buğra Gökçe, tutukluluk kararı verecek yargıç ve savcıların aldıkları eğitimin parçası olarak 10 - 15 gün hapis yatmalarını, böylece verdikleri kararın sonuçlarını yaşamalarını öneriyor.
★★★
Geçmişte benzer eğitimler vardı. Hukuk fakültesi öğrencileri hapishaneleri düzenli olarak ziyaret ederek koşulları inceler ve mahkûmlarla sohbet ederdi.
Bir süre adi mahkûmlarla birlikte hapis yatan Orhan Veli’nin kardeşi yazar Adnan Veli, hapishane anılarını “Mapusane Çeşmesi” adlı kitapta toplamıştır. O kitapta hukuk öğrencilerinin hapishaneyi ziyaretlerindeki ilginç sahneler de anlatılır. Mesela... Bir öğrencinin “Sen neden içerdesin” diye sorduğu mahkûm:
“Benim suçum bir malı bulunduğu yerden sahibinin rızası hilafına faydalanmak için almak” deyince
Yarın 23 Nisan... Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı... Cumhuriyet Meclisi’nin törenle açıldığı günün 105. yıldönümü...
23 Nisan 1920 günü Millet Meclisi’nin ilk toplantısına gelen milletvekilleri araçlarını nereye mi park etmişler? Bahçe duvarındaki parmaklığa... O zaman malum; kimsede araç yok. Birçok Milletvekili Meclis’e atla geliyor. Atları da bahçe duvarındaki parmaklığa bağlıyorlar!
İlk Meclis’te mebuslar okul sıralarında oturuyorlar. Elektrik olmadığı için salon bir kahvehaneden alınan bir veya birkaç gaz lambasıyla aydınlatılmış.
Birkaç gün sonra duvarlara şu ilanlar asılmış:
“Meclis binası içinde tavla ve her türlü kumar oynamak yasaktır.”
Birinci Meclis yurdun dört bir yanından davet edilen halk temsilcilerinin katılımıyla toplanmış. Toplantılara katılanların 65’inin başında fes ve sarık, yaklaşık 50’sinin başında ise o dönemde ilericilik simgesi sayılan kalpak varmış. Buradan muhafazakârların çoğunlukta olduğu anlamı çıkıyor. Zaten cuma günü dualarla
Mustafa Kemal, 1913 yılında askeri ataşe olarak atandığı Sofya’da Büyük Bulgar Oteli’nin bahçesinde arkadaşı Şakir Zümre ile birlikte kahvesini içmektedir. O sırada otelin bahçesine üzerinde tozlu elbiseleriyle bir köylü girer. Masalardan birine oturur. Garsonlar köylüyü masadan kaldırıp dışarı çıkarmak isterler. Köylü direnir. Biraz zorlanınca:
“Bulgaristan benim alnımın teriyle doyuyor, onu koruyan benim tüfeğim, neden dışarı çıkacakmışım!” diye bağırır.
Mustafa Kemal bu olaydan çok etkilenir: “Şakir, bizim köylümüzün de bu adamlar gibi kendinden emin olması, hakkına sahip çıkması gerekir” diye konuşur...
Sonraları Atatürk’ün ağzından duyulan: “Köylü milletin efendisidir” sözü bir seçim vaadi değil bir temel siyasettir.
Bu hafta 85. kuruluş yılını andığımız Köy Enstitüleri köyün ve köylünün aydınlatılması için kuruldu. Kuruluş çalışmaları 1935’te başlatıldı. Yasası 1940 yılında
Köy Enstitüleri’nin 85. kuruluş yıl dönümünde (17 Nisan 1940) ülkenin aydınlanması için kurulmuş olan bu parlak eğitim sistemi bir kez daha hatırlanıyor, bir kez daha anılıyor.
Enstitüler aydınlanmayı köyden başlatmayı, kültürlü ve üretken öğretmenler ve onların eliyle aynı niteliklere sahip öğrenciler yetiştirmeyi öngörüyordu.
Amaç; Eğitimi ezbercilikten kurtarmak, çocuklara ve gençlere okuma alışkanlığını vermek, her öğrenciye bir müzik aleti kullanmayı öğretmek, her öğrenciye spor imkânı sağlamak, halk oyunları öğretmekti.
Enstitülerin babası İsmail Hakkı Tonguç, enstitülerin yaratacağı ideal öğrenciyi şöyle anlatıyordu:
“Enstitü öğrencileri doğru ve adalete uygun emirlere uymayı ana ilkelerden biri sayarlar. Haklı ve yerinde tenkitlere dayanırlar. Haksızlığa, kötülüğe boyun eğmez, bunları gidermek için gerekirse savaşırlar. İş hayatı içinde milli kültürün değerleriyle temas ede ede yetişen bu çocuklar yersiz ve olur
Şeker sektöründe işçiler mutsuzmuş...
Peki bu sektörde işçilerin mutlu olduğu bir dönem var mıdır? Vardır...
Rahmetli Prof. İlhan Başgöz (1921 - 2021) Turhal Şeker Fabrikası’nda 1940 yılında iki ay staj yapar. Başgöz gözlemlerini “Gemerek Nire Bloomington Nire” adlı kitabında anlatır:
“Turhal’da, başka adaylarla beraber iki ay şeker fabrikasının lojmanlarında kaldık; ahır temizledik, inek sağdık ve bir güzel beslendik. Kahvaltıda tereyağı, süt, reçel, zeytin, peynir… Bunlar benim soframı tek tek ziyaret eden yiyeceklerdi. Her hafta fabrika sinemasında bir film, bedava. Bu şeker fabrikasını görene kadar devlet fabrikalarının ne olduğunu bilmezdim. Fabrikanın bütün işçileri, sıcak sulu, merkezden ısıtmalı evlerde yaşıyorlardı. Fabrikanın büyük bir çiftliği vardı. Çalışanlara süt, yoğurt, tereyağı, sebze ve meyve çok ucuza bu çiftlikten geliyordu. Bir spor kulübü, bir sinema salonu, bir de sağlık kliniği vardı. O klinikte Dr. Ceyhun Atıf Kansu doktor olarak çalışıyordu. Aklımda yanlış kalmamışsa bir de
Türkiye ve Yunanistan yetkilileri zaman zaman kameralara dostluk görüntüleri veriyor. İki ülke arasında dostluğun geliştiği havası yayılıyor. Ancak geri kalan zamanda Yunanistan adım adım Türkiye’yi çembere alıyor. Arkasına AB ve ABD’yi almanın rahatlığıyla Türkiye’nin hayat alanını daraltmaya çalışıyor. Ege’de silahlandı. Şimdi Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs, İsrail ve ABD ile birlikte askeri ve ekonomik örgütlenmeye gidiyor. Türkiye’yi Akdeniz’den Karadeniz’e doğru itiyor.
***
Nereden nereye... Rahmetli Cahit Kayra’nın “Bir Çalışma Odası” adlı kitabında Faik Ahmet Barutçu’nun “Siyasi Anıları”nı okuyoruz.
1940’larda Başbakan Yardımcısı olan Barutçu kitabına şu notu düşmüş:
“Yunanistan ile ilişkilerimiz en sıkı dostluk ilişkisidir. Gereksinim duyduğu yiyecek ve kömür konusunda kendilerine yardım etmekteyiz...”
Bir başka sayfa:
“Yemekte konuşulan konular arasında Yunanistan’ın İtalya’ya karşı verdiği can pahasına çarpışma da