Japonya’da Fukuşima nükleer santralında meydana gelen felaketin nedenlerinden biri firma, denetleyici kurum ve politikacılar arasındaki sıkı fıkı ilişkilerdir. Bu ilişkiler nedeniyle işletici firma TEPCO tarafından santralda yapılması gereken tamiratlar ya yapılmadı ya da zamanında yapılmadı. Arızalar gizlendi. Sahte raporlar düzenlendi. Denetleyici kurum ve politikacılar yalanlara göz yumdu. Bu “yardım ve yataklık” kültürünün yarattığı zaaf nükleer santralı ilk karşılaştığı felaket karşısında felç etti.
Aynı tehlike bizde kat be kat daha büyüktür.
Bizdeki yönetim kültürü Japonya’dakinden farksız değildir. Şeffaflık değil gizlilik, görüş alışverişi değil tepeden emir geçerlidir. Bizde de bağımsızlık geleneği yoktur. Olsaydı, Elektrik ve Telekom gibi bağımsız olması gereken kurumlar bu kadar hükümetlerin dümen suyunda olmazlardı. Tüketicinin değil içinde faaliyette bulundukları sektörlerdeki büyük firmaların çıkarı için çalışmazlardı.
Denetleyici daha yok
Kaldı ki, bizde, bırakın bağımsızlığı, nükleer santral denetleyecek Nükleer Düzenleme Kurulu halen kurulmamıştır. Denetlemenin esaslarının ne olduğunu belirten yönetmelikler de, yeterli donanıma sahip denetçiler de
Hilmi Güler’in bu işin altından kalkamayacağı ortaya çıkınca Başbakan Tayyip Erdoğan, Enerji Bakanlığı’na Kayseri Milletvekili Taner Yıldız’ı getirdi. Müsteşarlığa Özelleştirme İdaresinin başarılı Başkanı Metin Kilci atandı. Deneyimli bürokrat Sefa Sadık Aydın nükleerden sorumlu müsteşar yardımcısı oldu. Hepsiyle Ankara’da konuştum. Edindiğim izlenim bu üçlünün parçaları toplamaya ve nükleer politikayı doğru yöne çekmeye başladığı. Bir öncenin karakteristiği, palavra bırakıldı. Eksikleri, zaafları bilen mütevazı tonla konuşan ekip oluştu.
“Çok bilen bir ekiple yola çıkmadık,” diyor Yıldız. “Zaaflarımızı itiraf edecek kadar güçlüyüz. Asarız keseriz demiyoruz.” Ama kendine çok güveniyor: “Kapıya ‘nükleer müzakere yapılır’ tabelası asabiliriz” diyor.
Eğitilmiş personelin önemini kavramış vaziyette. Bakan Hacettepe Üniversitesi ile nükleer mühendis ve fizikçi yetiştirme konusunda anlaşmaya vardı. Her yıl 60 kişi Rusya’da eğitim görecek. “Santral çalışmaya başladığında teknisyenden mühendise 500 kişilik kadromuz olacak” diyor Yıldız.
Kilci uluslararası deneyimde danışman kiralamak üzere ihale açmaya hazırlanarak büyük boşluğu doldurma gayretinde. Önde gelen şirketler ile
Türkiye ile Güney Kore, 1950’lerin sonlarında, aşağı yukarı eş zamanlı olarak nükleer enerjiye ilk adımlarını attılar. Ama vardıkları sonuç ağustos böceği ile karınca hikâyesinde olduğu gibi farklı oldu.
Kore sistematik ve uzun vadeli bir plan uygulayarak, elli yılda sıfırdan nükleer teknoloji ihraç eden bir ülke haline geldi. Geçen yıl 20 nükleer santrala sahipti ve altı yeni santral inşa ediyordu.
Uzlaşma kültürünü bir türlü kucaklayamayan Türkiye ise siyasi ve ekonomik krizler ve darbeler içinde çalkalanarak yıllarını harcadı ve daha birinci santralını bile kuramadı.
“Biz de aynı zamanda eğitmek üzere dışarı personel yolladık,” diyor Enerji Bakanlığı Müsteşarı Metin Kilci, gözle görülür bir üzüntü ile. “Korelilerin gönderdikleri geri gelip santral kurdu. Bizim gönderdiklerimiz Amerikan üniversitelerinde çalışıyor.”
Kore birinci nükleer santralını ihale etmeden önce 11 yıllık bir hazırlık dönemi geçirdi. Gerekli yasaları çıkardı. Deneme reaktörü kurdu. Teknik personel ve fizikçi eğitti. Halkını nükleer enerji fikrine alıştırdı.
İlk ihalede fiyasko...
Dünyada riski en iyi hesaplayan sigorta şirketleridir. Sigorta şirketlerine göre nükleer santrallar o kadar risklidir ki sigorta edilmeleri imkânsızdır.
Bazılarına göre sadece bu gerçek insanlığın nükleer santrallardan vazgeçmesi için yeterlidir. “Eğer bir teknoloji sigorta edilemeyecek kadar tehlikeli ise,” diyor bir yorumcu, “onu kullanmak değil çizim masasına geri yollamak gerekir.”
Aslında nükleer santralların sigorta edilmediği tam doğru değildir. Sigorta şirketleri nükleer santralları sigorta eder ama belli bir miktara kadar. Ama bu miktar nükleer bir felaketin doğurabileceği zarar yanında yok denecek kadar azdır.
Nükleer santralların bütün riski sigorta edilemez çünkü kaza zararının ne olacağını tahmin etmek imkânsızdır. Tahmin edilebilse bile prim miktarı o kadar devasa olur ki hiçbir şirket ödeyemez. Öderse ürettiği elektrik satın alınamayacak kadar pahalı olur.
Fukuşima dünyaya ders oldu
Bir örnek: Bir araştırmaya göre Almanya’da meydana gelebilecek en kötü senaryo bir nükleer kazanın maliyeti 11 trilyon dolar olacak. Buna karşılık zorunlu reaktör sigortası 3.65 milyar dolardır. “3.65 milyar dolar ile sadece baş sağlığı mektupları için gerekli posta
Japonya’daki Fukuşima nükleer santral felaketinden sonra dünya nükleer bir şok yaşadı. Nükleer karşıtlığında büyük bir yükseliş oldu. Birkaç istisna dışında devletler nükleerde durum değerlendirme duraklamasına girdi. İtalya’da Silvio Berlusconi ülkenin tekrar nükleer santral kurmaya başlama kararını askıya aldı. Almanya en eski yedi santralının faaliyetini durdurdu. Hindistan’da köylüler Fransız Areva’nın yapmayı tasarladığı nükleer santrala karşı ayaklandı. Türkiye ise, hiçbir şey olmamış gibi, çılgın bir hızla birinci nükleer santralına doğru koşuyor. Ankara’da konuştuğum Enerji Bakanı Taner Yıldız hükümetin nükleer planlarından vazgeçmesinin söz konusu olmadığını söyledi.
‘Herkes kapatsa katılırdık’
“Dört yüzden fazla nükleer santral var,” dedi Yıldız. “Eğer Fukuşima’dan sonra dünya ‘bunların hepsini kapatıyoruz,’ deseydi Türkiye bu karara katılırdı. Ama böyle bir durum yok. Herkes yoluna devam ediyor. Bizim gibi geç kalmış bir ülkenin devam etmemesi düşünülemez.”
Erdoğan’ın o kadar acelesi var ki, Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in gelecek ay Türkiye’ye yapması beklenen ziyaret sırasında Akkuyu santralının temelini atmak istiyor. Üstelik bırakın inşaat izninin
Söz konusu olumlu bir istatistikse her zaman listenin başında aynı ülkeler vardır. Bunların da başında çoğu zaman İskandinavlar gelir.
“Bu işi nasıl becerdiniz?” diye sordum Norveçli bir arkadaşıma.
“Bizde gelirler arasındaki fark birçok ülkede olduğundan daha küçüktür” diye cevapladı. “Aşırı zengin, parayı gaye edinmiş insan çok değil ve bunlara iyi gözle bakılmaz. İnsanların çabası daha çok para için değildir. Paradan daha çok değer verdiğimiz şeyler var. Boş zaman, aile ve çocuklar, yürümek, doğa. Biz böyleyiz.”
Ülke bazında düşündüğümüzde bir para var, bir de yaşam kalitesi. Ve bunlar aynı şey değildir veya her zaman aynı şey değildir.
Refahın esas göstergesi de gelir değil yaşam kalitesidir ve bu da bin bir -belki de hepsi ölçülemeyecek- unsurdan meydana gelir. İnsanların mutluluğuna en çok katkıyı yapan para değil yaşam kalitesidir.
Belli bir miktarda paraya sahip olduktan sonra gerisi mutluluğa katkı yapmaz veya az katkı yapar. Bu istatistiki bir gerçektir.
Rolls Royce’unuz olabilir ama Anadolu Hisarı’ndaki yalınızdan Maslak’a gidecekseniz herkes gibi o kâbus köprü trafiğine girmek zorundasınız. Pencerenizi aşağı indirdiğinizde içinize çektiğiniz hava otuz
2002 seçimlerini AKP kazandı ama Tayyip Erdoğan Başbakan olamadı. Anayasa’nın bir hükmüne göre, hapis yattığı için yasaklıydı. Milletvekili adayı olamazdı.
Ama CHP ona arka çıktı. Anayasa hızla değiştirildi. Bir milletvekili istifa etti. Yerine Erdoğan seçildi. Bu şekilde, geçici olarak Gül’ün doldurduğu Başbakanlık koltuğuna Erdoğan’ın oturması mümkün oldu. Türkiye’nin kaderi değişti.
Bundan dolayı Erdoğan borçludur. Şimdi bu borcu ödemesinin zamanı geldi. Demokrasi kapısını çaldı, ona yapılan iyiliği başkalarına yapmasını talep ediyor.
CHP’ye de görev düşüyor. Kılıçdaroğlu Baykal’ın Erdoğan’a yaptığı bu jestin bedelini talep etmeli, elini zorlamalıdır.
Meclis’teki 550 sandalyenin 433’ü bu iki partiye aittir. Ortaklaşa seçimleri erteleyebilirler. Anayasaya ve partiler yasasının engelleyici maddelerini değiştirebilirler. Yüksek Seçim Kurulu’nun seçime girmesini yasakladığı on iki kişiye Meclis’te şanslarını denemelerinin yolunu açabilirler.
Bunun çok zor olduğu söyleniyor. Ama bu siyasi sistemde, devlet kesesinden zengin olmak dışında kolay ne var?
Ozanköy
Yeryüzündeki her canlıda hayatını en iyi şekilde yaşamasını, neslini sürdürmesini ve hayattan zevk almasını sağlayan bir zekâ var.
Tek hücreli basit yaratıklardan yaratıkların en karmaşığı olan insana kadar bütün canlıların en çarpıcı ortak özelliklerinden biri bu zekâdır.
Bahçenin bana öğrettiği ve siklamenlerin başına bela olan salyangozları incelerken yeniden öğrendiğim gerçeklerden biri budur. Siklamen, tavşankulağı ve buhurumeryem (ne kadar hoş bir isim değil mi?) olarak da bilinen, ilkbaharda açan bir çiçektir.
Bazı bilim adamları bitkilerde ve hayvanlardaki “aklın” bizimkinden farklı olarak, içgüdüsel yani doğuştan ve otomatik olduğuna inanıyor. Bilimsel kanıtım yok ama ben inanmıyorum. Onlar da bizim gibi akıllarını eğitebiliyorlar, koşullara uydurabiliyorlar.
Hiçbir canlıyı öldürmek istemediğim için zamanında önlem almadım ve bahçem salyangoz doldu. En çok, benim de en çok sevdiğim çiçeklerden biri olan siklamenin yapraklarını yemekten hoşlanıyorlar.
Yaprak bitkilerin besin organıdır, ihtiyaçları olan oksijen ve karbonu atmosferden almalarına yarar. Yenmeleri siklamenleri zayıflatıyor ve güve tarafından yenmiş kazak gibi, çirkinleştiriyor.