Demokrasilerde siyasal iktidar ile yargı arasında gerginlik olması ikisi arasındaki ilişkinin doğası gereği. Gerginlik yoksa, yargının görevini gereği gibi yapmadığından kuşkulanmak gerekir. İktidarın bu gerginlik karşısındaki tutumu, hukuk devleti ve demokrasiye olan bağlılığının göstergesi. İktidar yargının sınırlamalarına hoşgörülü mü bakıyor, yoksa bunları aşmak için kendine bağlı bir yargı yaratmanın yollarını mı arıyor? Bu sorun siyasal iktidarin demokratik meşruiyeti ile yakından ilgili.
Siyasal iktidarların yargıyı kendilerine bağlamalarının değişik yolları var. Açıkça bağımsız yargıyı ortadan kaldırıp kendi yargıçlarınızdan oluşan yeni bir yargı kurmak gibi diktatörlüklere özgü kaba yöntemler kullanmak istemiyorsanız, daha ince yöntemlere başvurursunuz. Örneğin, Anayasa Mahkemesi üyeliklerinin sayısını artırırsınız, yeni üyelerin sizinle aynı görüşü paylaşan yargıçlar olmasını sağlayacak bir seçim ya da atama sistemi getirirsiniz.
ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt bunu denemişti. 1936’da Roosevelt ikinci kez başkan seçildiğinde ülkesini ekonomik krizden çıkaran “New Deal” programının yeni bir aşamasına geçiyordu. Ancak çıkardığı yasalar birbiri ardına ABD Yüksek
Anayasa Mahkemesi (AYM) anayasa değişikliklerinin iki maddesinin iptali için CHP’nin açtığı davayı karara bağladı. AYM’ye ve HSYK’ya üye adayı seçiminde uyulacak esaslara ilişkin iki madde ile cumhurbaşkanının HSYK’ya doğrudan seçeceği dört üyenin hukuk dışı alanlardan da seçilebileceğini öngören maddeyi iptal etti.
Anayasa değişikliklerinin doğurduğu temel kaygı, AYM ve HSYK’ya ilişkin maddelerin yargıyı siyasal iktidarın denetimi altına sokmasıydı. AYM’nin kararı bu kaygıyı ortadan kaldırmadı. Tersine, bu maddelerin, küçük değişiklikler dışında, Anayasa’ya uygun olduklarını saptayarak referandumda kabul edilmelerini kolaylaştırdı.
Gerekçeli karar olmadığı için AYM’nin ne düşündüğünü anlamak güç. Ancak, AYM’nin 17 üyesinden 10’unun siyasal iktidarla aynı görüşü paylaşan kişilerden olmasını güvence altına alan değişikliğin hukuk devleti ilkesine uygun olduğuna karar verilirken, bunların aday gösterilmesindeki oylama usulünün aynı ilkeye aykırı bulunmasını açıklamak güç. Aynı şekilde, Adalet Bakanı’nın HSYK’ya başkan ve müsteşarının üye olması hukuk devleti bakımından bir sorun yaratmazken, oylama usullerinin neden hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı açıklanmaya muhtaç.
Kararın
Uluslararası siyasette etnik-dinsel kimliklerin oynadığı rol, soğuk savaşın sona ermesinden sonra yeni bir önem kazandı. Artık uluslararası çatışmalar etnik-dinsel kimlikler temelinde meydana geliyor. Amartya Sen “Kimlik ve şiddet” adlı kitabında, dünyanın dinsel kimliklere bölünmesinin ve bireylerin sınıf, cinsiyet, dil gibi başka kimliklerinin gözardı edilmesinin, günümüzde şiddetin kaynağı olduğunu anlatır.
Böyle bir dönemde AKP iktidarı da topluma, cumhuriyetin laik-Batılı kimliği yerine bir Sünni-Müslüman kimlik giydirmeye çalışıyor. Dış politika, AKP’nin bu amacı gerçekleştirmek için kullandığı önemli bir araç. O nedenle, AKP Hükümeti’nin dış politikasını değerlendirirken, Türk toplumunun dönüşümü ile dış politika arasındaki bağlantıyı kurmak gerekir.
AKP Hükümeti’nin dış politikasının bir hedefi AB’nin desteğini sağlamak. AB desteği, AKP için birkac bakımdan önemli. İçeride tehdit olarak gördüğü ögelere karşı bir koruyucu kalkan görevini görüyor. Liberal değerleri benimsemiş bir parti görüntüsü veriyor. Dolayısıyla AKP, dinsel değerlere dayanan bir parti değil, Avrupa’daki “Hıristiyan Demokrat” partilere benzeyen bir parti olduğunu ileri sürmek olanağını buluyor. Ülke
Basında çıkan haberlerden, hükümetin, Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde örgüte talimat vermesini engelleyecek önlemler üzerinde çalıştığı anlaşılıyor.
Konu nazik bir konu. Bir yandan cezaevinden terör örgütüne talimat verilmesi gibi kamu çıkarını ilgilendiren, kabul edilemez bir yanı var. Öte yandan, avukat yardımından yararlanılması, adil yargılanma hakkı gibi insan haklarını ilgilendiren bir yanı da var. Alınacak önlemlerde bu iki öğe arasında doğru dengenin kurulması önemli.
Öcalan’ın avukatla görüşmesinin gerekçesi, AİHM’de açılan cezaevi koşullarına ilişkin dava. Bu dava sürdüğü sürece, Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin engellenmesi, Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlaline yol açar. Bu maddeye göre, devletler, hiçbir şekilde AİHM’ye bireysel başvuru hakkının kullanılmasını engellememekle yükümlü.
Avukatla görüşmenin engellenmesi, aynı zamanda Sözleşme’nin 6. maddesinde düzenlenen avukat yardımından yararlanma hakkının ihlali. Nasıl ki, 2005 yılında sonuçlanan Öcalan/Türkiye davasında, AiHM, Öcalan’ın avukatlarıyla haftada iki kez birer saat görüşmesine izin verilmesini yeterli bulmamış ve 6. maddenin ihlaline karar vermişti.
Avukatla müvekkili arasındaki
Türkiye’de yargı ne zaman siyasal iktidarın beğenmediği bir karar verse, iktidarın şimşeklerini üstüne çekiyor. Eleştiriler çoğunlukla öfkeye dönüşüyor. “Ben halka hesap veriyorum. Sen kime hesap veriyorsun?” gibi yargıya olan güveni sarsıcı sözler söyleniyor. İktidarın yargıya karşı duyduğu kızgınlık anayasa değişikliklerine de yansıyor.
Demokrasilerde yargı ile siyasal iktidar arasında gerginlik yaşanması doğal. Yargı kararlarıyla iktidarın siyasal amaçlarını engelleyebilir. Bu halkın iradesinin engellenmesi midir?
Seçim kazanmak, demokrasi için gerekli ama yeterli değil. Demokrasi, aynı zamanda azınlığın çoğunlukla eşit haklara sahip olması, çoğunluğun tahakkümüne karşı korunması demek. Amerikalı hukukçu Dworkin, “Demokrasiler, anayasa ve yargısal denetim yoluyla kendilerini çoğunluğun tahakkümüne karşı korumalıdır” der. Alexis de Tocqueville “çoğunluğun tahakkümü”nden söz eder. “Sınırlanmayan bir iktidar kötü ve tehlikelidir” der. ABD’nin kurucularından, dördüncü Cumhurbaşkanı Madison’a göre, “... önemli olan sadece toplumu, yönetenlerin tahakkümünden korumak değil, aynı zamanda toplumun bir bölümünün adaletsizliklerine karşı, diğer bölümünü korumaktır.”
Yürütme ile
AB’nin Türkiye’ye ve anayasa değişikliği paketine nasıl baktığını anlamak AB’yi anlamak kadar güç. AB yetkililerinin bu konudaki çelişkili söylemlerini Sedat Ergin’in 14 Mayıs ve 23 Haziran tarihli yazılarında bulmak olanağı var.
Ortaya çıkan görünüm su: Anayasa değişikliğinin yöntemi konusunda AB yetkilileri arasında bir görüş birliği var. Tümünün üzerinde durduğu, anayasa değişikliğinin siyasal partilerin ve sivil toplumun katılımıyla, bir uzlaşı sağlamaya yönelik geniş kapsamlı danışmalar sonucu gerçekleştirilmesi. Oysa, değişiklik paketi böyle bir danışma süreci sonunda ortaya çıkmadı.
İçerik konusunda AB yetkilileri farklı görüşlere sahip. Türkiye-Avrupa Parlamentosu Karma Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre, Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın HSYK’ya üye olmalarının kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyeceğini söylerken, AB’nin Türkiye Büyükelçisi Marc Pierini AB ülkelerinde tek bir Anayasa Mahkemesi ve HSYK modeli olmadığını ileri sürüyor. Komisyon’un Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stephan Fule ise anayasa değişikliklerini olumlu buluyor. Bununla birlikte Adalet Bakanı ve Yardımcısı’nın HSYK’da bulunmalarının soru işaretleri yarattığını belirtiyor.
Kuvvetler ayrılığı ve yargı
Dünya Kupası maçlarının heyecanı her yanı sarmış durumda. Futbolu sevseniz de sevmeseniz de kaçamazsınız. Futbol her yerde. Evinizde, iş yerinizde, sokakta, otobüste, kahvede. Futbol coğrafi, kültürel, toplumsal farkları dinlemiyor. Her yaştan, her sınıftan, her ülkeden insan aynı heyecanı paylaşıyor. Bu oyunun dünyayı böyle sarmalaması karşısında insanın aklına aklına şu soru geliyor. Yaşlı başlı, saygıdeğer beyleri gol olunca çocuklarla birlikte havaya fırlatan bu tutku nedir?
Futbol bir oyun. Gizemli, tuhaf bir oyun. 430 gram ağırlığındaki meşin topu, çimen üstüne dikilmiş, mekânı sanal bir biçimde ayıran direkler arasından geçireceksiniz. Sadece ayaklarınızı kullanarak. Niçin sadece ayakla?
Atalarımız milyonlarca yıl önce, günlerden bir gün ayakta durmaya karar verince, ellerimiz ve ayaklarımız arasında büyük bir eşitsizlik doğdu. Ellerimiz her şeyi tutabilen bir beceri kazandı. Ayaklarımız ise ayakta durmamızı sağlayan değnek görevi dışında bir şey yapamaz oldu. Futbol gövdemizin bu en beceriksiz uzantıları ile oynanan bir oyun. Bu beceriksiz uzantılarla meşin topu kontrol etmek güç. Belki de futbolu bu denli popüler yapan bu güçlük. Oysa ellerimiz topu tutmaya çok daha
2004 yılında Türkiye, anayasasında önemli bir değişiklik yaptı. 90. maddeye, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla ulusal yasalar aynı konuda farklı hükümler içeriyorsa, uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağını öngören bir cümle ekledi. Böylelikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) kendi hukuk sistemine dahil etti. Sözleşmeyi içselleştirdi.
Bunun sonucu olarak, yargıçların karar verirken AİHM kararlarını göz önünde tutmaları, ulusal yasa ile AİHM kararları arasında çelişki varsa, AİHM kararlarına göre karar vermeleri gerekiyor. Böyle bir çelişki ile karşılaşan yargıç, ulusal yasa hükmüne aykırı davranmak durumunda kalabilecek. Anayasa bunu öngörüyor. Yargıç sadece ulusal yasanın değil, AİHS’nin de uygulayıcısı.
Ne var ki uygulama böyle olmuyor. Örneğin tutuklamaları ele alalım. AİHM’de Türkiye ile ilgili en çok ihlal kararının çıktığı konulardan biri tutuklamalar.
Tutuklama konusunda Türkiye ile AİHM arasındaki uyumsuzluklar kısmen yasalardan, kısmen uygulamadan kaynaklanıyor. Yasadan kaynaklanan bir uyumsuzluk CMK 100/3 madde. Bu madde katalog suçları içeriyor. Bu maddeye giren tutuklamalarda, diğer tutuklamalardan farklı olarak,