Osmanlı döneminden beri Büyükada’daki Rum Yetimhanesi, Fener Rum Patrikliği’nin mülkiyetindeydi. Patrikhane 1903 yılında bir vakıf kurarak yetimhanenin yönetimini bu vakfa devretti.
1997 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü, vakfın yetimhaneyi yönetemediğini ileri sürerek mahkeme kararı ile vakfı mazbut vakıf haline getirdi ve yönetimine el koydu. Mülkiyet de Patrikhane’den alınarak vakfa, dolayısıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi.
AİHM 8 Temmuz 2008 tarihli kararında, yetimhanenin mülkiyetinin tazminat ödemeden Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmesini, mülkiyet hakkının ihlali olduğuna hükmetmişti. Zararın giderilmesi konusunu ise ayrı bir karara bırakmıştı. Bu ayrı kararı, AİHM dün açıkladı. Karar sorunun esasına ilişkin değil. Zararın giderilmesi ile sınırlı.
Bu son kararda AİHM, yetimhanenin mülkiyetinin çok uzun yıllar Patrikhane’de kaldıktan sonra tazminat ödenmeksizin Patrikhane’den alındığını göz önünde tutarak, yetimhanenin yeniden Patrikhane adına tapuya tescil edilmesinin, zararın giderilmesi için en uygun yol olduğuna karar verdi.
AİHM kararları bağlayıcı. Bu nedenle hükümet, üç ay içinde yetimhaneyi Patrikhane adına tapuya tescil etmekle yükümlü. Ancak
BM Güvenlik Konseyi 9 Haziran 2010 tarih ve 1929 sayılı kararla, Türkiye ve Brezilya’nın olumsuz ve Lübnan’ın çekimser oyuna karşı 12 olumlu oyla İran’a yaptırımlar uygulanmasını kabul etti. Karar, İran’ın nükleer programından duyulan kaygıların bir sonucu. Uluslararası toplumla İran arasındaki çekişmenin yeni bir aşaması.
Güvenlik Konseyi İran’a ilk kez yaptırım uygulamıyor. Ancak son kararla yaptırımlar hem daha geniş, hem de daha belirgin bir nitelik kazandı. Güvenlik Konseyi’nin 2006’dan bu yana her yıl bir yaptırım kararı alması, yaptırımların etkili olmadığını gösteriyor.
Son Güvenlik Konseyi kararına iki temel kaygı yol açtı.
Birincisi, İran’in Kum kenti yakınında yeni bir uranyum zenginleştirme tesisi kurduğunun ortaya çıkması. İran’in bu tesisle ilgili olarak Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (UAEA) bilgi vermemesi, Nükleer Silahların Önlenmesi (NSYO) Antlaşması‘ndan ve UAEA ile 2003 yılında yaptığı anlaşmadan doğan yükümlülüklerini ihlal ediyor. Güvenlik Konseyi kararlarına da aykırı. Tesisi denetleyen UAEA uzmanları raporlarında, İran’ın bazı önemli soruları yanıtsız bıraktığı, tesisin nükleer silah yapımı amacına hizmet etmediğinin söylenemeyeceğini
Hamas bir terör örgütü mü? Yoksa bir “özgürlük savaşçısı”, bir direniş hareketi mi? Bu sorunun yanıtı terörizmin tanımına bağlı. Yıllarca terörist eylemlerin uluslararası toplum tarafından cezalandırılamayacağı, çünkü tanımı üzerinde bir anlaşma olmadığı ileri sürüldü. Bu nedenle terör suçu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetki alanı dışında bırakıldı. Bu görüş doğru değil. Terörizmin tanımı da var, ne olduğu konusunda uluslararası toplumda mutabakat da var. Ne var ki, bazı devletler ‘kurtuluş savaşçısı’ olarak niteledikleri örgütlere istisna tanınmasını, tanımın dışında bırakılmasını istediler. Bu istisnalar konusunda anlaşma yok. Ama istisnalar konusunda anlaşma olmaması, terörizm konusunda anlaşma bulunmadığı sonucunu doğurmaz.
Örneğin, 1999 Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Sözleşmesi’nde terörizm şöyle tanımlanıyor: “Ösivil kişileri öldürmek ya da ciddi bir biçimde yaralamak kastıyla yapılan ve niteliği ya da içeriği bakımından halkı sindirmek ya da bir hükümetin ya da bir uluslararası kuruluşun belirli bir şekilde hareket etmesini ya da belirli bir hareketten kaçınmasını sağlamak amacına yönelen eylemlerdir.”
Bunun yanında 1949 Cenevre Sözleşmeleri’ne Ek Protokol (1977)
İsrail’in Gazze’ye yardım götüren filoya saldırısı sonucunda 9 Türk vatandaşının ölmesi, pek çok kişinin yaralanması, İsrail’in sorumluluğu yanında başka bir tartışmaya daha yol açtı. Ölüm ve yaralamalarda Türk Devleti’nin sorumluluğu var mı?
AİHM, Osman/İngiltere (1998) kararında, devletin kendi yetki alanı içindeki bireylerin yaşam hakkını korumaya ilişkin sorumluluğunu belirtir. AİHM’e göre,devletin yaşamı tehlikede olan bireyi korumak amacıyla önleyici önlemler almak konusunda bir pozitif yükümlülüğü bulunmakta. LCB/Ingiltere (1998) kararında, AİHM, bireyin yaşamına yönelen tehlikenin önlenmesi için devletin elinden gelen her şeyi yapması gerektiğini belirtir.
AİHM, ölümle sonuçlanan olaylarda devletin sorumlu tutulabilmesi için iki koşul arıyor:
a. Devletin bireylerin yaşamına yönelik bir tehdidin var olduğunu bilmesi ya da bilecek durumda olması;
b. Devletin makul sayılabilecek önlemleri almamış olması.
Osman kararında, AİHM söz konusu önlemlerin, Devlet’e uygulaması olanaksız ya da orantısız bir yük getirmemesi gerektigini de belirtir.
Bu ölçütleri Gazze olayına uygularsak, şu sonuçlara ulaşabiliriz:
Geçtiğimiz pazartesi sabahı meydana gelen olaylarda İsrail’in eylemlerini ayrı ayrı ele almak gerekir:
a. İsrail askerlerinin silahsız sivilleri taşıyan gemilere binerek açtıkları ateş sonucunda pek çok insanın ölmesi ve yaralanması, B.M. Şartı’nın 2. maddesinin 4. fıkrasının ihlali niteliğinde. Aynı zamanda yaşam hakkı gibi temel bir insan hakkının da ihlali. Silahsız sivillere karşı İsrail askerlerinin güç kullanmasını, meşru savunma ile haklı göstermek olanaksız. İsrail’in iddia ettiği gibi, gemideki bazı kişiler sopalarla direnmiş olsalar bile, ateş açarak öldürmeyi haklı göstermez. Meşru savunmanın koşulları arasında kullanılan gücün tehlike ile orantılı olması ve tehlikeyi başka türlü önleyecek olanak bulunmaması var. Elinde öldürücü silah bulunmayan kişilere, başka hiçbir önlem almaya çalışmadan, öldürmek amacı ile ateş açılmasının meşru savunmanın koşulları ile bağdaşmadığı açık.
b. Açık denizlerin serbestliği ilkesi, hiçbir müdahale olmadan seyir serbestliğini de kapsıyor. Bu ilkenin, korsanlık, köle ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı, korsan yayın yapmak gibi istisnaları var.
Savaş durumunda, savaşan taraflardan birinin uyguladığı ablukayı delmek isteyen ticaret
Sn. Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan seçilmesiyle, CHP’nin “değişim” mi, yoksa “değişiklik” mi sürecine girdiğine karar vermek için biraz beklemek gerekiyor. Kesin olan bir şey varsa, taşlar yerinden oynamış, bir kapı açılmış, bir yol gözükmüştür. CHP’nin bu yeni yolda yürüyüp yürümeyeceğini önümüzdeki dönemde ortaya koyacağı projeler gösterecek.
CHP açılan kapıdan geçerse, yeni bir sosyal demokrat parti doğabilir. Bunun için elverişli bir zemin şimdiden oluşmaya başladı. Sn. Kılıçdaroğlu’nun seçilmesiyle Türkiye’nin gündemi değişti. Toplumsal sorunlar, işsizlik, yoksulluk ön plana geçti. Hükümet bile, bu yeni gündeme ayak uydurmak zorunluluğunu duymaya başladı.
Türkiye’de sosyal demokrasi, dünyadaki sosyal demokrasi hareketinden bağımsız ele alınamaz. Soğuk savaş döneminde, sosyal demokrasi komünizme karşı demokratik bir seçenek oldu. Ancak, Avrupa’da komünizmin yıkılmasıyla sosyal demokrasi bu işlevini yitirdi. Demokratik sol bütün dünyada geriledi. Üstelik, sağ partiler sosyal demokratlarin söylemlerini benimsediğinden, sosyal demokrat partilerin sağ partilerden pek farkı kalmadı.
Ancak, son küresel mali kriz, aynı zamanda büyük bir sosyal krize de yol açtı. Her yerde, işsizlik
Türkiye’de işsizlik oranı % 15.5 gibi rekor bir düzeye ulaştı. İstatistik Kurumu verilerine göre, işsiz sayısı 1 milyon kişi artarak 3 milyon 650 bin oldu. Türk-İş rakamlarına göre ise gerçek işsizlik rakamı 6 milyon 334 bin. En büyük işsizlik oranı % 28 ile gençlerde.
Bu tablo hükümeti telaşlandırmışa benziyor. Başbakan işsizliği üç ayda % 10’a indireceğini söyledi. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sn Babacan, bir ulusal istihdam stratejisi üzerinde çalıştıklarını açıkladı.
Hükümet, işsizlik sorununa salt ekonomik açıdan bakıyor. Oysa, sorunun bir de insan hakları boyutu var. Türkiye’nin de taraf olduğu B.M. Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmesi’nin 6. maddesi çalışma hakkına ilişkin. Buna göre, herkesin yaşamını kazanmak için serbestçe seçtiği bir işte çalışma hakkı var. Devletler bu hakkı korumak ve gerçekleşmesi için gereken önlemleri almakla yükümlü.
Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Sosyal Şartı, çalışma hakkının kullanılmasında devletlerin sorumluluğunu düzenliyor. Buna göre, devletler yüksek ve istikrarlı bir istihdam düzeyi elde etmek ve bunu sürdürmekle yükümlüler. Nihai amaç ise, tam istihdam olmalı.
İşsizlik ve yoksulluk el ele gider. Kamu-Sen nisan ayı için tek
Toplumsal belleğimizi biraz kurcalayalım. 10 Aralık 2009’da Bursa’da kömür ocağındaki patlama nedeniyle 19 işçi, 23 Şubat 2010’da Balıkesir’de gene aynı nedenle 13 işçi yaşamını yitirdi. Birkaç gün önce de Zonguldak’taki patlama 30 işçinin canını aldı. Demek ki, birkaç ayda bir maden ocaklarındaki kazalar nedeniyle işçiler ölüyor. Bu durumda, yılsonundan önce, başka bir maden ocağında bir patlama olması ve işçilerin ölmesi beklenebilir.
İstatistiklerden ölümlerin nedenini anlamak olanağı var. Maden Mühendisleri Odası’nın açıkladığı rakamlara göre, 2004’te madenlerin özel şirketlere, taşeronlara açılmasıyla kazalarda belirgin bir artış görülüyor. 2004 yılında iki olumlu tek bir kazaya karşılık, 2008’de 43 işçi, 2009’da 92 işçi, 2010’nun ilk beş ayında ise 66 işçi ölmüş. Bu, maden ocağı isleten her ülkede görülen, işin doğasından kaynaklanan bir durum değil. Öyle olsaydı, Türkiye iş kazalarında Avrupa’da birinci olmaz, dünyada ilk onun arasına girmezdi.
Peki, bu tablo karşısında hükümet ne yapıyor? Hükümet kazaları önleyecek önlemleri almak yerine, kazalar olup bittikten sonra doğabilecek toplumsal tepkileri önlemeye çalışıyor. Bu amaçla, ilgili bakanlar kaza yerine geliyorlar.