Sn. Adalet Bakanı’nın yüksek yargı başkanlarını ziyaret ederek yargı reformu konusunda görüşlerini alması olumlu bir davranış. Ancak Sn. Bakan’ın Stratejik Düşünce Enstitüsü toplantısında yaptığı konuşma, bu ziyaretlerin bir uzlaşı ile sonuçlanacağına ilişkin umutlar beslememizi önlüyor.
Sn. Bakan konuşmasında, yargı bağımsızlığı konusundaki anlayışını ortaya koyuyor. Buna göre, taraflı bir yargı bağımlı bir yargıdan daha kötü sonuçlar doğurur. Bu düşüncenin vardığı sonuç şu: Türkiye’de yargı taraflı olduğuna göre, bağımsızlıktan ödün verilerek yargı tarafsız yapılmalı. Böylelikle, bağımlı bir yargı yaratılması çabaları meşruluk kazanıyor. Sanki siyasal iktidardan bağımsız olmayan bir yargının tarafsız olması olanağı varmış gibi.
Yargı denetiminin verdiği rahatsızlık
Bütün bunların altında, siyasal iktidarın yargı denetiminden duyduğu rahatsızlık yatıyor. Oysa yürütme ve yasamanın yargı tarafından denetlenmesi, hukuk devletinin vazgeçilmez bir koşulu. Yargı denetiminin dışında kalan bir iktidar bir kanun devleti olsa bile, bir hukuk devleti olamaz. Böyle bir devlette siyasal iktidar, yürürlüğe koyduğu yasalarla hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak yoluna her zaman
AİHM 23 Şubat 2010 tarihinde din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili önemli bir karar kabul etti. Ahmet Arslan/Türkiye adli kararda, davayı açan 127 kişi Aczimendi tarikatı üyesi. 1996 yılında tarikatın özel giysileriyle ayin düzenliyorlar. 671 sayılı Şapka Kanunu ile 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun’a aykırı davranışlardan dolayı hapse mahkûm oluyorlar.
Aczimendiler bu karara karşı AİHM’ye başvuruyorlar. Giysilerinin Sözleşme’nin dinsel inançları açıklama özgürlüğünü koruyan 9. maddesi kapsamına girdiğini ileri sürüyorlar.
AİHM kararında, laikliğin Türkiye’deki demokratik sistem bakımından öneminin altı çiziliyor.
Leyla Şahin kararından farklı
AİHM, bu davayı Leyla Şahin davasından ayıran özelliklere değiniyor. Leyla Şahin davasında söz konusu olan, eğitim kurumlarında dinsel simgelerin yasaklanması. Bu gibi kamu kurumlarının tarafsızlığının sağlanması, bireysel hakların kullanılmasından daha önemli. Oysa Aczimendi davasında söz konusu olan herkese açık yerlerde, tarikatın giysilerinin giyilmiş olması. O nedenle, AİHM Leyla Şahin kararındaki ilkelerin bu davada geçerli olmadığı görüşünde.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Aczimendilerin giysilerinin
Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in tutuklanmasının yol açtığı tartışma Türkiye’deki kutuplaşmanın ne denli tehlikeli boyutlara ulaştığını su yüzüne çıkardı. ‘Demokrasi’, yargı bağımsızlığı’, ‘kuvvetler ayrılığı’ gibi en temel kavramlar üzerinde bile bir uzlaşı sağlanamıyor. Her kutup bu kavramları eğip bükerek kendi ideolojilerine göre biçimlendirmeye çalışıyor. Her şey bir süre sonra araçsallaşıyor. Demokrasi de, yargı da... Oysa bunlar araç değil, amaç.
Cihaner tartışmasının gösterdiği başka bir şey de, bu temel kavramların Türk toplumunda henüz yerine oturmadığı. Bu durum anlamsız bir öncelikler tartışmasına yol açıyor. Demokrasi mi önce gelir, yargı mı? Yargının bağımsızlığı mı önce gelir, tarafsızlığı mı?
Oysa bu kavramlar birbirinden bağımsız değil. Birbirleri ile yakından ilintili, bir bütünün parçaları.
Günümüzde demokrasi, sadece secimle işbasına gelen bir meclis ve hükümet demek değil. Demokrasinin içini dolduran bir değerler sistemi. Bunun içinde çoğulculuk, insan hakları, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı var. Kuvvetler ayrılığının amacı, siyasal iktidarın elinde güç yoğunlaşmasının ve otoriterliğe kaymasının önlenmesi. Bu denetim bağımsız
Demokratik bir toplumda yargının rolü üzerinde bir anlaşma sağlayamamamız, Türk demokrasisinin kurumsallaşmasını henüz tamamlamadığını gösteriyor.
1919-1933 yılları arasında Almanya’yı yöneten Weimar Cumhuriyeti’nin anayasası üzerinde başlatılan tartışma konuya ışık tutmak bakımından yararlı olabilir.
Nazi Partisi’nin iktidara gelmesinde dönemin koşulları kuşkusuz önemli bir rol oynadı. Bir yandan I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar, ardından 1930 ekonomik krizinin etkileri, siyasal istikrarsızlıklar, Weimar hükümetlerinin arkasındaki zayıf halk desteği, Nazi Partisi’ne iktidar kapısını açan etkenler.
Ancak burada sorulması gereken soru, Hitler’in iktidara gelmesi kaçınılmaz bir sonuç muydu, yoksa bu önlenebilir miydi? Bu soruyu yanıtlamak için Weimar Almanya’sında yargının oynadığı role bakmak gerekir.
Weimar Anayasası’nın 48. maddesine göre, eyaletlerin anayasanın öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmemesi ya da kamu düzenin bozulması ya da ciddi bir tehditle karşı karşıya bulunması durumlarında, cumhurbaşkanı, kamu düzenini yeniden kurmak için kuvvet kullanmak dahil, gerekli önlemlere başvurabilir ve bireysel hak ve özgürlükleri
Hükümet, Türkiye’de yeni bir İnsan Hakları Kurumu kurulması amacıyla hazırladığı yasa tasarısını TBMM’ye gönderdi. Türkiye’de insan hakları kurumlarının eksikliğinden değil, fazlalığından söz edebiliriz. Örneğin, her il ve ilçede kurulan İl ve İlçe İnsan Hakları kurulları gibi, insan hakları ihlallerinden sorumlu kolluk güçlerinin de üye oldukları, etkili ve bağımsız kurumlarımız var!
Kurulması tasarlanan yeni İnsan Hakları Kurumu (İHK) ile ilgili tasarının gerekçesinde, İHK’nın AB ilerleme raporlarındaki eleştiriler göz önünde tutularak ve B.M. Genel Kurulu’nun insan haklarını korumak için ulusal kurumlar kurulmasını öngören 1993 yılındaki 48/134 sayılı kararı ile bu kararın ekindeki ulusal insan hakları kurumlarına ilişkin ilkeleri içeren “Paris İlkeleri” çerçevesinde kurulduğu belirtilmekte.
Paris İlkeleri’nin başında, bu tür ulusal insan hakları kurumlarının bağımsız olmaları ve insan hakları ile uğraşan sivil toplum kuruluşlarının, baroların, tabip odalarının, gazetecilerin, üniversite öğretim üyelerinin temsil edildiği çoğulcu bir yapıya sahip bulunmaları öngörülüyor. Hükümet temsilcilerinin ise, toplantılara danışman olarak katılmaları, yani oy hakkına sahip olmamaları
Alevilerin sorunlarını çözmek için düzenlenen toplantılar sona erdi. Başbakan’a sunulmak üzere bir rapor hazırlandı. Tepkilerden, toplantıya katılmayan Alevilerin raporda yer alan görüşleri paylaşmadıkları anlaşılmakta. Bu durumda, raporda yer alan tavsiyeler uygulansa bile, Alevilerin temel sorunlarına çözüm getirmeleri güç gözüküyor.
Sorun laiklik
Alevi sorunları gerçekte devletin laikliğe ilişkin uygulamalarından ya da uygulamamalarından kaynaklanıyor. Laikliğin ilkeleri doğru dürüst uygulansa, Alevilerin sorunları ortadan kalkacak. O nedenle, Alevilerin sorunlarına çözüm getirmek devletin sorumluluğu.
Laiklik, devletin dinsel inançlar karşısında tarafsızlığını, bütün inançlara eşit mesafede olmasını gerektirir. Devletin dini yoktur. Devletin siyasal, toplumsal, hukuksal düzeni dinden soyutlanmıştır.
Laiklik aynı zamanda inanç özgürlüğünü içerir. Her bireyin istediğine inanmak ya da inanmamakta serbest olması gerekir. Bireyin bu özel inanç alanına devlet giremez. Devletin görevi, bireyin dinsel inançlarını dış baskılara karşı korumaktır.
Laiklik, bireyselliği ve eşitliği de kapsar. Dinsel inançlar bireyseldir. Her bireyin inancı değişik olabilir. Ama bütün bireysel
TEKEL işçilerinin direnişleri neredeyse iki aydır sürüyor. Süresiz açlık grevine başladılar. Sonunda ölümler olabilir. Sn. Başbakan açlık grevine gidenler için “bu onların tasarrufu” deyiverdi. İnsan yaşamı bu denli ucuz. Siyasal iktidar istediği kadar grevi kırmaya çalışsın, “ay sonuna dek grev sona ermezse polisleri üstlerine salarız” desin, direniş bir türlü kırılmıyor. TEKEL işçileri ekmek ve yaşam kavgası veriyor.
TEKEL işçilerinin direnişi birçok nedenle Türkiye’de bir dönüm noktası olacak. TEKEL işçilerinin grevinin kamuoyunda geniş bir destek görmesiyle ilk kez AKP’nin neo liberal siyaseti sorgulanmaya başlandı. AKP’nin sınıfsal yapısı ortaya cıktı. İşçi ve yoksul halkla AKP arasındaki temel çelişki su yüzüne çıktı. Hizmet ve hayırseverliğe dayanan iktidar anlayışının sosyal adaletle ilgisi olmadığı anlaşıldı.
Aslında AKP’nin neo liberal siyasetinin Türkiye’de yoksulluğun artmasına neden olduğunu anlamak için TEKEL işçilerinin grevine gerek yoktu. Hükümetin geçim koşullarını iyileştirmek yerine işçi maliyetlerini düşürmeye yönelen asgari ücret politikası ya da AB tarafından da eleştirilen sendikalara karşı tutumu gibi pek çok gösterge var.
Türkiye’nin kendine özgü
AİHM’nin Sinan Işık kararı, Anayasa’nın dayandığı temel ilkelerden biri olan laiklik ve din özgürlüğü ilkelerinin uygulanmasına ışık tutuyor.
Sinan Işık, nüfus kâğıdında “İslam” yerine “Alevi” yazılmasını ya da nüfus kâğıdından din hanesinin çıkarılmasını istiyor.
Dinsel inançlar, bireyin özel alanına giren bir konu. Bireylerin dinsel inançlarını açıklamak zorunda olmamaları, laikliğin temel unsurlarından. Bu ilke, Anayasa’nın “kimse... dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz” diyen 24. maddesinde yer alıyor.
Oysa, 1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 43. maddesi, her Türk vatandaşına nüfus memurluklarına dinini bildirmek zorunluluğunu getiriyor. Bu maddenin Anayasa’nın 24. maddesine aykırılığı konusu iki kez Anayasa Mahkemesi önüne geldi. Anayasa Mahkemesi her iki kararında da, 43. maddenin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna ulaştı.
27.10.1979 tarihli kararında Anayasa Mahkemesi Nüfus Kanunu’nun “kişinin... dini inanç ve kanaatlerini değil, sadece dininin ne olduğunun” açıklanmasını öngördüğünü, bu kuralın zorlayıcı bir niteliği olmadığını belirtmekte. 1995 yılındaki karar da benzer görüşlere dayanmakta. “Dinsel inanç ve kanaatler” ile “sadece din” arasındaki ayrımı