Varılan noktada artık “Mavi Marmara” olayını soruşturan BM “Paneli”nin raporunu tartışmanın pek anlamı kalmadı.
Türkiye dün, bu raporu hükümsüz ilan etti ve İsrail’e karşı daha önce B Planı diye nitelenen 5 maddelik “yaptırım paketi”ni uygulamaya koydu.
Türk hükümetini bu yönde harekete geçmeye sevk eden husus, raporun içeriğinden çok, “olmazsa olmaz” diye ortaya koyduğu üç şartın (özür, tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması) İsrail tarafından kabul edilmemiş olmasıdır.
Aslında BM’nin bu raporu gerek Türkiye’nin, gerekse İsrail’in hem lehinde hem aleyhinde noktalar içeriyor. (Genelde bu tür raporlar “ne şiş yansın ne kebap” havasını taşır). Ama İsrail’e hak veren hususların, daha ağır bastığı da bir gerçektir.
Gerçi rapor “Mavi Marmara” baskınında İsrailli komandoların aşırı güç kullanmasını ve ölümlere sebep olmasını eleştiriyor; ama İsrail’i Gazze ablukasını uygulamakta ve uluslararası sularda askeri müdahalede bulunmakta da haklı buluyor.
Nitekim rapor bu şekliyle İsrail’i tatmin etmiş görünüyor.
İsrail böylece raporun Gazze’nin ablukası ile ilgili yasal gerekçelerini, uluslararası platformda da kullanmak imkânını elde ediyor. Ne var ki, bu bir tartışma
Hükümetin geçmişte devletçe el konulan azınlıklara ait gayrimenkullerin iadesine karar vermesinin bir “devrim” olarak tanımlanması, ilk bakışta abartılı görülebilir. “Vaktiyle yapılan bir hatanın şimdi düzeltilip ilgili cemaatlerin haklı taleplerinin yerine getirilmesi kadar normal ne olabilir” diye düşünülebilir...
Ama yıllar sonra, bugünkü iktidarın kanun hükmündeki bir kararname ile gaspedilen bir hakkı teslim etmesinin gerçekten büyük sembolik anlamı vardır.
Bu her şeyden önce bir anlayış ve zihniyet değişikliğini ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz geçmişte hukuka aykırı olarak el konulan azınlık cemaatlerine ait taşınmazların iadesine karar verilmesi, adil bir davranıştır.
Ama bunun ötesinde bu karar, geçmişte azınlıklara karşı uygulanan ayırımcı, dışlayıcı ve baskıcı politikaların geride bırakılmakta olduğunun da bir göstergesidir.
Bu davranış, gayrimüslimlerin yabancı sayılması veya “ötekileştirilmesi” eğiliminin, en azından yönetim çevrelerinde, kabul görmediğinin de bir işaretidir.
Nihayet bu karar -sınırlı bir zümreyi ilgilendirse de- içeriye olduğu kadar dışarıya da önemli bir mesaj vermekte, Türkiye’nin demokrasi dünyasının değerlerini paylaşmaya ve onunla
Suriye devlet başkanı Beşar Esad son günlerde Libya’da Kaddafi rejiminin başına gelenleri gördükten sonra herhalde geceleri rahat uyuyamıyordur.
Ancak çaresizliğe düşen her diktatör gibi o da “Suriye’nin durumu çok farklıdır, burada böyle bir şey olmaz” deyip kendisini avutmaya çalışıyor olsa gerek.
Suriye ile Libya’daki gelişmeler arasında önemli farkların bulunduğu doğrudur. Ama bu tespit, iki ülkede olanlar arasında hiçbir benzerlik olmadığı anlamına gelmez.
* * *
Libya-Suriye karşılaştırmasında, daha ilk bakışta bazı farklılıklar kendilerini belli ediyor.
Arap dünyasındaki değişim rüzgârları Libya’yı sardığı zaman, rejime karşı halk hareketi -Tunus ve Mısır’dan farklı olarak- bir silahlı mücadele halini almıştı. Libya’nın doğu bölgesindeki ayaklanma hareketi, kısa zamanda Bingazi başta olmak üzere önemli stratejik noktalara hâkim olmuştu. Bu, isyancılara Kaddafi’nin ordusu ile güçlü bir pozisyondan savaşmak ve durumlarını pekiştirmek olanağını vermişti. Nitekim savaşçılar bu sayede ülkenin batısına ve nihayet başkent Trablus’a kadar uzanmayı ve sonuçta 42 yıllık Kaddafi rejimine son vermeyi başardılar.
Suriye’de 5 ay önce başlayan Esad karşıtı hareket ise, daha
Libya’nın isyancı güçler tarafından “kurtarılması” tamamlanmadan ve Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) henüz başkent Trablus’a taşınmadan, birçok ülke yeni yönetimle temas ve özellikle iş ilişkileri kurma yarışına girdi.
Amaçları, Kaddafi sonrası dönemde, Libya’nın yeniden yapılanması sürecinde söz sahibi olmak ve “pastadan” pay almak...
Bu bazıları için Libya’nın iç savaş sırasında kullanılamayan zengin petrol kaynaklarının yeniden çalıştırılması, bazıları için de yıkılan binaların ve altyapının tekrar inşası demektir.
Büyük petrol şirketleri ve müteahhitlik firmaları şimdiden Libya’ya heyetler göndererek “iş koparmak” için atağa kalktılar. İtalya’dan Güney Kore’ye, ABD’den Fransa’ya kadar birçok ülke UGK’ya tekliflerini, projelerini sunmaya başladılar.
Bu arada UGK’nın Libya’nın yeni meşru yönetimi olarak tanıyanların sayısı her gün artıyor. Şu anda bu konuda tereddüt eden az ülke var: Rusya, Çin, Güney Afrika, Venezuela gibi... Onların bu tutumu, “pasta”dan pay alma yarışında arka sıralara düşmelerine ve eski pozisyonlarını kaybetmelerine yol açabilir...
Herkesten önce...
Libyalı isyancıların Trablus’a girişleri çok hızlı oldu. Önceki sabah gelen haberler, savaşçıların başkentin büyük kesimini ele geçirdiklerini, hatta Kaddafi’nin oğullarını da yakaladıklarını iddia ediyordu. Trablus sakinleri, bu zaferi isyancılarla birlikte, Yeşil Meydan’da ve sokaklarda coşku ile kutluyor ve Muammer Kaddafi’nin de diri veya ölü ele geçirileceği anı bekliyordu...
Dün sabahki haberler ise olayların aynı hızla tersine döndüğünü ortaya koydu. En büyük sürpriz Seyfülislam Kaddafi’nin yabancı gazetecilerin kaldığı Rixos Oteli’nde birdenbire ortaya çıkması oldu. Bunu Muammer Kaddafi’nin diğer oğlu Muhammed’in de isyancıların elinden kurtulduğu haberi izledi...
Bu arada Kaddafi’ye bağlı güçler de Trablus’ta isyancılara karşı saldırıya geçti. Gün boyunca kentin kontrolü için şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Dün akşamki haberler ise isyancıların Kaddafi’nin karargâhına girdiklerini müjdeliyordu. Ancak Kaddafi ve ailesi ortadan kaybolmuştu.
Evet, Kaddafi’lerin pes etmesi o kadar kolay ve hızlı olmayacak.
Ama Kaddafi ve taraftarlarının son çırpınışının olayların akışını değiştirmesi mümkün değil. Bu artık bir “gün meselesi”. Kaddafi rejiminin son bulması
Kimse Libya’da son 48 saatin bu kadar hızlı geçeceğini ve 6 ay önce Kaddafi rejimine karşı başlayan ayaklanmanın “final” bölümünün bu kadar çabuk gerçekleşeceğini tahmin etmemişti.
Hatta isyancılar bile pazar günü Trablus’a doğru ilerlerken, Kaddafi’ye bağlı on binlerce askerin koruduğu başkentin göbeğine bu kadar kısa zamanda ulaşabileceklerini düşünmemişlerdi. O kadar ki, Geçici Ulusal Konsey’in bir yetkilisi gazetecilere “İnşallah Şeker Bayramı’nda (yani önümüzdeki hafta) iki bayramı birden kutlarız” diye konuşmuştu...
Pazar gecesi isyancıların fazla bir direnişle karşılaşmadan “Yeşil Meydan”a ulaşmaları, gerçekten büyük bir zaferdi. Tabii daha ilk hamlede Kaddafi’nin üç oğlunun teslim alınması da...
Oysa gerek Kaddafi’ler, gerekse onların sözcüleri, daha geçen cumartesi gününe kadar, Trablus’un isyancılara karşı kahramanca savaşacaklarını ve saldırganların başkentin kapısında yok edileceklerini söylemişlerdi. Devlet televizyonunda bir kadın sunucu, yanındaki silahını da göstererek, kendisinin isyancılara karşı gerekirse kanının son damlasına kadar savaşacağını söylemişti...
Oysa isyancıların ilk ele geçirdikleri resmi binalardan biri de, bu televizyon oldu. Kadına
Suriye devlet başkanı Beşar Esad’dan artık umudunu kesen uluslararası camia, “bekle-gör” pozisyonundan eylem aşamasına geçmiş durumda.
ABD Başkanı Barak Obama’nın hemen ardından İngiltere, Fransa, Almanya ve AB liderleri, Suriye diktatörüne karşı “çekil” korosuna katıldılar...
Tarafsız İsviçre dahi, tepkisini göstermek için Şam’daki büyükelçisini geri çekti...
Beşar Esad’ın BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’a tüm askeri operasyonları durdurduğunu bildirdiği saatlerde 18 kişinin daha öldürüldüğü haberi, dünya örgütünü bir kez daha derin düş kırıklığına uğrattı. BM Suriye’ye bir soruşturma heyeti göndermeye hazırlanırken, Esad yönetimini de işlediği insanlık suçu nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevk etmeyi planlıyor...
Batılı ülkeler Şam üzerindeki baskıların sadece lafta kalmaması için, Suriye’ye karşı birtakım ekonomik yaptırımlar uygulamaya hazırlanıyor. Bu tedbirler yatırımları durdurmayı ve ticari ilişkileri kesmeyi kapsıyor.
Batılı analistlere göre, Suriye’nin içine düştüğü yeni durum, orduda ve Esad’ın yakın çevresinde bölünmelere yol açacak, ülkenin ekonomisini çökertecek, rejime karşı baş kaldıranlara güç kazandıracaktır. Sonuçta hemen olmasa da, daha
İsrail’in “özür krizi”nde son sözünü söyleyip söylemediği konusunda bir muğlaklık var: İsrail basınına göre Başbakan Binyamin Netanyahu ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile yaptığı telefon görüşmesinde İsrail’in “Mavi Marmara” baskını nedeniyle Türkiye’den özür dilemeyeceğini bildirmiş... ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü ise bu haberlerde “tutarsızlıklar” bulunduğunu söyledi ve ABD’nin Türk-İsrail ilişkilerinin iyi olmasına verdiği önemi vurguladı.
Bu arada “Mavi Marmara” olayını soruşturan BM komisyonunun raporunu nihayet önümüzdeki haftanın başında açıklayacağı bildirildi.
Öyle anlaşılıyor ki Amerikan diplomasisi, “özür krizi”nin bir şekilde halledilmesi için hâlâ çaba harcıyor.
Bu çabaların bu saatten sonra olumlu sonuç vermesi ihtimali doğrusu çok zayıf görünüyor.
Kesinleştiği takdirde İsrail’in bu tutumu, Türk-İsrail ilişkilerinin ciddi bir kriz ve gerginlik dönemine girmesine, ayrıca ABD’nin Ortadoğu stratejisinin ağır bir darbe yemesine yol açacaktır.
Suriye’deki kritik durumun bütün dikkatleri çektiği bir sırada, bu kriz, Türk-İsrail ilişkilerinin ötesinde, bölgedeki dengeleri de etkileyecektir...