Dünya televizyonlarına ve gazetelerine yansıyan görüntüler yürek paralayıcı... Aşırı kuraklık ve açlık nedeniyle Somali’deki köy ve kasabalardan kaçan on binlerce kadın, erkek ve çocuk, komşu Kenya’daki bir mülteci kampına ulaşmak için, günlerce, hatta haftalarca çöllerde yürüyorlar. Yaşlıların, hamile kadınların, çocukların bir kısmı aç ve susuz kat etmeye çalıştıkları bu “ölüm yolları”nda can veriyor. Bazı anneler, artık yürüyemeyen küçük çocuklarını çöllerde veya yollarda terk etmek zorunda kalıyorlar. Bir kısmı yolda ölen bebeklerini oralarda gömüyor...
Bu cefaya tahammül edebilenler, bitap halde mülteci kampına ulaşabiliyor. Aralarında daha fazla dayanamayıp kampta ölenler var.
Sağ kalabilenler ise, 90 bin kişi kapasiteli kampın 380 bin mültecisi arasında bir köşeye sinip bir lokma yemek yiyerek hayata tutunma mücadelesini sürdürüyorlar...
* * *
Bu insanlık trajedisinin nedeni, Somali’nin 60 yıldan beri görülmemiş derecede korkunç bir kuraklıkla karşılaşmasıdır. Bu kuraklıktan Kenya ve Etiyopya da nasibini alıyor.
Somali Dışişleri Bakanı Muhammed İbrahim’e göre ülke nüfusunun 3.5 milyonu aç. Onlara süratle yardım eli uzatılmazsa, yüz binlerce insan ölecek...
Bak
Norveç’i kana bulayan Anders Behring Breivik için “cani”, “deli”, “paranoyak” gibi sıfatlar kullanabilirsiniz. Bunların hepsi Oslo ve Utöya Adası’ndaki katliamı gerçekleştiren bu 32 yaşındaki katile uyar. Ancak Breivik’i en doğru şekilde tanımlamak için kullanılması gereken sözcük, “terörist”tir.
Eminiz ki, eğer bu eyleme girişen kişi, örneğin El Kaide’nin veya benzeri bir grubun mensubu olsaydı, resmi ağızlar ve medya, onu muhakkak “terörist” olarak adlandırırdı. Oysa uluslararası ajanslarda ve TV kanallarında, Breivik’ten “saldırgan” diye söz ediliyor...
Yetmiş altı kişinin canına kıyan Breivik’in giriştiği eylem, terör değil de nedir? Kaldı ki, o akli denge bozukluğu geçirmiş, daha önce cinayet işlemiş biri değil. Sarışın, mavi gözlü, iyi eğitim görmüş, iş güç sahibi, orta halli bir Norveçli... Daha genç yaşta muhafazakâr Terakki Partisi’ne girmiş, ama sonradan onun sağcı görüşlerini hafif bulup partiden ayrılmış ve kendi orijinal fikirlerini kâğıda dökmüş...
İşte 1500 sayfa tutan “manifesto”su, Breivik’in nelere inandığını ve bu eylemi nasıl hazırladığını ortaya koyan bir belge. Burada ağırlık, ırkçı ve kökten dinci fikirleri... İslam’a karşı fobisi ve nefreti...
Bir ülkenin 400 gün hükümetsiz kalabileceğini hiç aklınız alır mı? Evet, Belçika bu “dünya rekoru”nu -hem de kuruluşunun 180. yıl dönümünü kutladığı bu hafta- kırdı:
Bu ülkede bunca zaman bir hükümetin kurulamamasının nedeni, geçen yılki seçimlerden sonra, yeterli çoğunluğu alamayan partilerin bir koalisyon üzerinde anlaşamamalarıdır.
Ama kriz asıl, Belçika’nın kendine özgü, karmaşık demografik ve siyasal yapısından kaynaklanıyor.
Ülkenin 11 milyon nüfusunun 6.2 milyonu, Hollandaca konuşan Flamanlardan, yaklaşık 4.5 milyonu da Fransızca konuşan Valonlardan oluşuyor. Kuzey bölgesinde yaşayan Flamanlar, güneydeki Valonlardan daha müreffeh...
Son zamanlarda Flamanlar arasında kabaran milliyetçi duygular, siyasete de yansıyan bir ayrılıkçı cereyana yol açtı. Geçen yılki seçimlerde, Belçika’dan kopmak isteyen ayrılıkçı Flamanlar, yeni bir güç olarak ortaya çıktılar.
Peki 400 gündür devam eden siyasi kriz, Belçika’yı gerçekten bölünme noktasına getirecek mi? Böyle bir risk yok değil; ama her şeye rağmen, çoğunluk bölünmenin sonuçta iki tarafın da yararına olmayacağının farkında. Dolayısıyla bir şekilde yeni bir hükümet kurulacak; ama “devletin bekası”nı sağlamak için,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın KKTC’ye hareket etmeden önce Kıbrıslı Türk gazetecilere yaptığı açıklamanın ardından adada söylediklerini Rum tarafı ister tehdit, ister ültimatom olarak görsün, Ankara’nın verdiği mesaj net ve kesin: Ya yıl sonuna kadar bir çözüm üzerinde anlaşma sağlanacak, ya da müzakere süreci sona erecek ve KKTC kendi ayrı varlığını sürdürecek...
Başbakan Lefkoşa’daki konuşmasında çözümün parametrelerini, şu sözleriyle ortaya koydu: “BM çerçevesinde çözüm, mevcut müzakere sürecinde, liderlerin mutabakatına uygun biçimde bulunacaktır. Bu çerçevede yeni ortaklık iki kesimli, iki toplumlu ve Güvenlik Konseyi kararlarında tanımlanan şekliyle, siyasi eşitlik temelinde bir federasyon olacak; bu ortaklık tek uluslararası kimliğe sahip bir Federal Hükümet’in yanı sıra, eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk kurucu devleti ve bir Kıbrıs Rum kurucu devleti bulunacak...”
Başbakan’ın bu ifadesi, Türk diplomasisinin Kıbrıs’ta çözüm için “birleşme”ye hâlâ bir şans tanıdığını gösteriyor ki bu, şu an için önemli bir duruştur. Ancak bu “birleşme”nin, Türk tarafının ısrar ettiği parametreler çerçevesinde gerçekleşmesi de şart koşulmaktadır.
* * *
Aslında müzakere
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın KKTC ziyareti öncesinde bir grup Kıbrıslı Türk gazetecisine yaptığı açıklamalar, Ankara’nın Kıbrıs sorununun çözümü ile ilgili şartlarını “güncelleştirdiğini” ve tutumunu sertleştirdiğini ortaya koydu.
Önce Başbakan’ın söylediklerinin ışığında, yeni koşulların veya parametrelerin ne olduğunu anımsatalım:
*Annan Planı döneminin şartları değişti. Bu şartlar yeniden gözden geçirilmeli...
*Hiçbir yerde taviz söz konusu değil. Güzelyurt Rumlara verilemez. Karpaz bölgesinde en ufak bir oynama yapılamaz. Maraş’ın açılmasını daha çok beklerler...
*2012’de Rum yönetimi AB başkanlığında devraldığında, AB ile ilişkiler donar. Türkiye Rumlarla görüşmez...
*Türk askeri adadan çekilmez. Şartlar değişti. Bu yeniden konuşulmalı...
*Rum tarafı çözüm olarak eşit statüde iki devletli bir yapı kabul ederlerse ne âlâ. Yoksa kendileri bilir...
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın İstanbul’da Türk liderleriyle yaptığı görüşmeler ve açıklamalar, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bazı boyutların yer almakta olduğunu ortaya koyuyor.
Bu boyutlardan biri ikili ilişkilerin farklı işbirliği alanlarıyla çeşitlendirilmesi ve genişletilmesiyle ilgili.
Diğer boyut ise, bölgemizdeki son olayların yeni bir işbirliği fırsatı olarak değerlendirilmesidir.
İkili ilişkilerin geleneksel siyasi ve güvenlik işbirliği kapsamının dışında, ekonomiden eğitime kadar çeşitli alanlara da yayılması fikri, öteden beri gündemdedir. Gerçekten Türk-Amerikan ilişkilerinin günümüzün koşullarına uyması için, ticaret ve yatırım hacminin şimdiki önemsiz seviyelerin çok üstüne çıkarılması, eğitimde, teknolojide daha sıkı bağların kurulması, kültürel ve sosyal temasların yoğunlaştırılması gerekir.
Hillary Clinton’ın beyanlarından şimdi ilişkilerin böyle bir aşamaya sokulmasının hedeflendiği anlaşılıyor.
Kuşkusuz bunun gerçekleşmesi için, iş çevrelerinin, girişimcilerin, üniversitelerin ve sivil toplum kesiminin aktif desteğinin sağlanması şart. Şimdi bu yönde karşılıklı isteğin ve çabanın mevcut olduğu görülüyor.
“Arap Baharı” başlayalı altı ay geçti; Kuzey Afrika’dan Basra Körfezi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada esen değişim rüzgârları, ilk haftadaki hızını yitirmiş görünüyor.
Tunus‘ta başlayan, ardından Mısır’a sıçrayan halk hareketleri bu iki ülkede çok süratli gelişti ve yıllanmış rejimlerin devrilmesiyle sonuçlandı.
Buna karşılık Mısır’la hemen hemen eşzamanlı olarak Yemen‘de ve Bahreyn‘de gerçekleşen benzer halk hareketleri, beklenen sonucu vermedi. Bu iki ülkede mevcut rejimler sokak gösterilerini şiddete başvurarak bastırmaya çalıştı ve bunda başarılı da oldu. Nitekim halen -zaman zaman halkın sokaklara dökülmesine rağmen- statüko devam ediyor, eski rejimler yerinde duruyor.
Mısır’daki değişimden sonra gözlerin çevrildiği Libya’da durum farklı. Burada rejimin ayaklanmayı şiddetle bastırma girişimi ülkeyi bir iç savaşa sürükledi. Kaddafi’ye bağlı güçlerle isyancılar arasındaki bu savaş, dış müdahalelere rağmen, hâlâ bütün şiddetiyle devam ediyor.
Ve nihayet Suriye. Bu ülkede 4 ay önce başlayan halk hareketi, Esad yönetiminin sert mukabelesine rağmen sinmiş değil. Ancak kanlı olaylara ve artan dış tepkilere rağmen, rejim ayakta ve ülkeye hâkim durumda...
İnce hesaplar
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümet programını TBMM’de okurken, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi için üç şarttan söz etti: Birincisi İsrail’in Mavi Marmara saldırısından dolayı “özür” dilemesi, ikincisi şehitlerin ailelerine “tazminat” ödemesi, üçüncüsü de Gazze’ye karşı uyguladığı “ambargo”yu kaldırması...
Şimdiye kadar resmi beyanlarda üzerinde durulan ve iki taraf arasında müzakerelerde tartışılan sadece ilk iki şart olduğu için, buna üçüncü şartın eklenmesi, çok kişiye yeni gibi geldi.
Oysa Başbakan daha önceki bazı demeçlerinde Gazze ablukasının kaldırılmasını da, Türk-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi çerçevesinde değerlendirmiş, yani “satırlar arasında” bu üçüncü şarta da değinmişti.
Şimdi bu şart, Meclis’te okunan yeni hükümetin programında yer aldığına göre, tam resmiyet kazanmış oluyor...
* * *
Mavi Marmara olayından ötürü İsrail’in “özür” dilemesi ve “tazminat” ödemesi, ikili ilişkileri doğrudan ilgilendiren ve etkileyen şartlardır. Ankara özellikle 9 Türk’ün öldürülmesiyle sonuçlanan bu olayı, gerginleşen ve donma noktasına ulaşan Türk-İsrail ilişkilerinin odak noktası haline getirmekte haklıdır.
Türk ve İsrail diplomatları arasında yapılan