Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir süreden beri konuşmalarında Türkiye’nin dış politikada oynadığı bölgesel rol dışında, yeni bir dünya düzenin kurulmasında küresel misyonlar üstlenecek duruma geldiğini öne sürüyordu.
Bakan geçenlerde İstanbul’da bir grup gazeteci ile yaptığı bilgilendirme toplantısında, Türkiye’nin uluslararası kuruluşlarda giderek bir varlık göstermekte olduğunu belirtmiş ve taze bir örnek olarak önümüzdeki mayıs ayında İstanbul’da düzenlenecek bir BM konferansında Türk diplomasisinin Kuzey’deki zengin ülkelere karşı Güney’deki az gelişmiş -veya üçüncü dünya- ülkelerinin davalarını savunacağını söylemişti.
Davutoğlu bu kez Türk dış politikası için belirlediği yeni hedefleri, Ankara’da 180 büyükelçinin katılımıyla düzenlenen bir konferansta, daha açık net ifadelerle açıkladı.
“Vizyon Diplomasisi: Türkiye Perspektifinden Küresel ve Bölgesel Düzen” başlığını taşıyan konferansta Davutoğlu’nun söylediklerinde özellikle şu cümleler dikkati çekti:
- “Yeni bir dünya kurulacaksa, o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında (biz) geleceğiz.”
- “Yeni dönemde Türkiye’nin rolü aktif bir ülke rolüdür. Küresel olaylarda sözü dinlenen, alternatif çözümler üreten bir
Avrupa’da duvarların indirildiği bir dönemde, bir “Yunan Seddi” mi göreceğiz?
Yunanistan Kamu Düzeni Bakanı Hristo Papuçis’in açıklamasına göre, Atina hükümeti Meriç bölgesinde, tel örgülerden oluşan bir duvar örmeyi planlıyor.
Amaç, Türkiye’den Yunanistan’a kaçak göçmen akınını önlemek.
İki komşu ülkenin Trakya’da 206 kilometre uzunluğunda bir sınırı var. Yunanlılar özellikle yasa dışı göçün sürekli kullandığı 12,5 km. uzunluğundaki bölümünde bir set çekmek niyetindeler.
Bakan Papuçis’e göre, Yunanistan kaçak göçten bıktı, usandı. Bu insan akını durdurulamadığına göre, tek çare o hassas bölgede, tıpkı ABD’nin Meksika sınırında yaptığı gibi tel örgüden bir duvar örmek.
Papandreu hükümeti bu fikri hayata geçirmekte ne kadar kararlı, bilemiyoruz. İlk bakışta bir ülkenin kendi sınır güvenliğini korumak için egemenlik hakkı çerçevesinde, bazı önlemler alması doğal görünebilir. Ama AB başta olmak üzere uluslararası camia buna ne der? Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşların bu kararı insan haklarına aykırı sayması ne kadar etkisi olur? Daha önemlisi: “Yunan Seddi” kaçak göç hareketini ne kadar önler veya daha açık bir deyişle, gerçekten işe yarar mı?
Yıllardan beri bu köşede sürdürdüğümüz “Yılbaşı Testi“ ile gene karşınızdayız. Gelin, 2011’de dünyada ve Türk dış politikasında neler olabileceğine dair bir fikir egzersizi yapalım.
Ama önce, 2010 ile ilgili tahminlerinizin sonuçlarına bir bakalım. Benim “skor“um şöyle: Dünya olaylarında 10 sorunun 7’sini doğru bilmişim. Dış politikayla ilgili 5 sorunun da 3’ünü...
Ya sizin “skor”unuz? Yoksa 1 Ocak 2010 tarihli “bilmece”mizi kesip saklamayı unuttunuz mu? Canınız sağ olsun! Bu yılkini daha iyi saklarsınız herhalde...
İşte bu yılın soruları:
GENEL DÜNYA
1- YUNANİSTAN
Bu gece yarısı uğurlayacağımız 2010 dünya için nasıl bir yıl oldu? Aslında bu yıl zarfında, daha önceki bazı olayların izleri ve ekonomiden siyasete kadar çeşitli alanlarda bazı yeni trendler, daha açık ortaya çıktı. Bu trendler önümüzdeki yıllarda dünyanın gidişatını belirleyecek nitelikte...
2010, dünyaya barış ve huzur getiren bir yıl olmadı maalesef. Gerçi bu yıl yeni büyük bir savaş çıkmadı; ama yeryüzünün çeşitli bölgelerinde kanlı çatışmalar ve gerginlikler devam etti. Pakistan’dan Haiti’ye kadar birçok ülkede meydana gelen büyük doğal afetler de bütün insanlığı derinden sarstı.
Kuşkusuz bu arada en önemli olay -gerçekten “yılın olayı”- Wikileaks operasyonudur. Bu, uluslararası ilişkilerde etkilerini daha uzun zaman hissettirecek olan bir gelişmedir.
Ekonomik gidişat
Aslında 2010 yılına damgasını -dünya çapında- vuran olay, “ekonomik trend”dir. İki yıl önce patlak veren küresel mali kriz etkilerini 2010’da iyice hissettirdiği gibi, yeni gidişatın sinyallerini de açıkça ortaya koydu.
Özellikle ABD ve Avrupa gibi gelişmiş güçleri sarsan krizin sergilediği tablo, bu ülkelerin ciddi bir güç kaybetme sürecine girdiklerini gösteriyor. Tabloyu tamamlayan diğer görüntü
İstanbul ocak ayında İran’ın nükleer sorunu ile ilgili önemli bir toplantıya ev sahipliği yapacak. Üç hafta önce Cenevre’de başlayan yeni bir sürecin ikinci aşamasında BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ve Almanya’dan oluşan “P5+1” grubu ile İran yetkilileri masaya oturacaklar.
Türkiye bu müzakerelerde yok. Ama, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun geçen gün söylediği gibi, herhangi bir talep gelirse Türk diplomasisi devreye girmeye hazır. Toplantının İstanbul’da yapılması, bu bakımdan bir avantaj. Aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası platformdaki yerini yansıtması açısından bir fırsat.
Burada yapılacak müzakereler ile ilgili haberler bütün dünyaya İstanbul mahreci ile yansıyacak; ancak dikkatler daha çok -İran’ın kendi açısından dostane saydığı bir çevrede- nükleer anlaşmazlığın çözümü için bir adım atıp atmayacağı üzerinde odaklanacak.
İstanbul toplantısının önemli yanı, müzakerelerin devam etmekte olduğunu ve aynı zamanda Türkiye’nin Brezilya ile birlikte gerçekleştirdiği Tahran Mutabakatı’nın hâlâ gündemde yer aldığını göstermesidir. Oysa, geçen mayısta bu deklarasyonun yayınlanmasının hemen ardından BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı yaptırım kararını alması
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na göre Türk dış politikası açısından 2010 çok verimli bir yıl oldu.
Gerçekten sona ermekte olan bu yıl içinde Türk diplomasisi büyük bir dinamizm gösterdi, bölgesel ve küresel etkinliğini daha çok hissettirdi, yeni ufuklara doğru yol aldı.
Davutoğlu geçen cumartesi günü İstanbul’da bir grup yazarla yaptığı yılsonu bilgilendirme toplantısında Türk dış politikasındaki son gelişmeleri anlatırken, analizini çoğu zaman yaptığı gibi bir akademisyen gözüyle daha geniş bir çerçeve içinde sundu, olup bitenlere tek tek değil, bütünsel bir açıdan bakmak gerektiğini vurguladı.
Bakana göre, Türk dış politikası, halen bir “restorasyon”, yani bir yeniden yapılanma aşamasında. Soğuk Savaş’tan bu yana dünya değişti, Türkiye de iç ve dış dinamikleriyle güçlenen bir ülke oldu. Bunun Türk dış politikasına yansıması doğal.
Dolayısıyla Davutoğlu, şimdi Türkiye’nin “özgün” bir politika izleyebildiğini, uluslararası platformda bir “merkez ülke” haline geldiğini ve Ankara’nın artık “dünya düzenini kuranlar” arasında yer almakta olduğunu söylüyor. Kendi deyişiyle bütün bunlar “iddialı” sayılsa da...
Yeni yöneliş
YILBAŞINDAN itibaren AB dönem başkanlığı görevini devralacak olan Macaristan Dışişleri Bakanı Janos Martonyi, Türkiye’nin AB üyeliğini savunan bir demecinde şöyle dedi: “Ya AB dışında yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulacak ve AB’ye rekabetçi olacak ya da Türkiye AB üyesi olup güçler birleşecek...”
Macar Bakan’ın bu sözleri AB’de Türkiye’nin üyeliğine karşı olan veya kuşku ile bakan çevrelere “bakın Türkleri bezdirirseniz, rakip bir güç olarak karşınızda bulursunuz” mesajını vermek için söylemiş olsa gerek.
Ama Bakan Martonyi’nin Türkiye’yi savunurken “Osmanlı” argümanını kullanması ilginç. Bu bir bakıma Avrupa’da Türk dış politikasında “Yeni Osmanlıcılık” veya Frenkçe deyimiyle “Neo-Ottomanism” eğiliminin ağırlık kazandığı izleniminin yaygınlaşmakta olduğunu gösteriyor.
“Yeni Osmanlıcılık”, Türk dış politikasındaki “eksen kayması” gibi, son zamanlarda Batı basınında dillendirilen bir konu. “Washington Post”un son olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yaptığı bir söyleşi bu konuyu öne çıkardı.
Gazetenin yazarı Jackson Diehl’e göre, Davutoğlu Washington’da yapılan bu söyleşi sırasında, şunları söylemiş: “Britanya’nın eski sömürgeleriyle beraber bir Milletler Topluluğu
Türk diplomasisi rahat bir nefes aldı. Aynı şey ABD yönetimi için de söylenebilir.
ABD Temsilciler Meclisi giderayak Ermeni soykırım tasarısını geçirseydi, şu anda Türk-Amerikan ilişkilerinin ne noktaya gelmiş olacağını düşünebiliyor musunuz?
Gerçekten Ermeni lobisinin tüm çabalarına rağmen bu tasarının, meclisin gündemine, tam görev süresi biterken gelmemesi, ikili ilişkilerde onarımı zor bir tahribatı önlemiş oldu.
Bu nasıl oldu?
Kuşkusuz Türkiye’nin bütün ağırlığını koymasının -bu arada gene “stratejik kartı” kullanmasının- bunda büyük payı var. Aynı şekilde, Obama yönetiminin bu konuda aldığı tavır ve özellikle Demokrat temsilcileri ikna için harcadığı çabalar da bu sonucun alınmasında rol oynamıştır.
Kuşkusuz bunda kilit bir role sahip olan Meclis Başkanı Nancy Pelosi’nin, konuyu gündeme getirmemesinin de önemli etkisi var. Ermenilerin ağır baskısına rağmen, Pelosi bu tasarıyı meclisin son çalışma saatlerinde alelacele geçiremeyeceğini sezmiş ve pes etmiştir. Şimdi Ermeni örgütleri kendisine ateş püskürüyor, onu ihanetle suçluyor.